Geçen gün aniden gelen sarsıntı sadece İstanbul’un zemini değil, hafızalarımızı da yerinden oynattı. Bu deprem, Maraş depremi gibi büyük bir yıkım yaratmadı belki ama yüreğimizde bıraktığı iz, çok daha derin oldu.
İstanbul’un çok katlı binalarında yaşayan milyonlar, Maraş gecesini yeniden yaşadı. O korku, o belirsizlik, o çaresizlik… Biz bu duyguları ne yazık ki çok iyi tanıyoruz. Çünkü unutmamıştık. Maraş’ta, Hatay’da, Adıyaman’da, Osmaniye’de, Diyarbakır’da o soğuk gecelerde sokaklara dökülmüştük. Battaniyelere sarılmış, gözümüz gökyüzünde artçı sarsıntıları beklemiştik. Ve şimdi, İstanbul’da yeniden sokaklardaydık.
Deprem olduğunda yalnızca binalar yıkılmıyor; sistemler, güvenceler, planlar da çöküyor. Maraş depreminin ardından yüzlerce kez dile getirilen “ders çıkarma” çağrılarının ne kadarının hayata geçtiğini sorgulamak, artık bir tercih değil, bir zorunluluk.
İstanbul’un deprem riski yıllardır konuşuluyor. Uzmanlar defalarca uyardı, haritalar çizildi, seminerler verildi.
Depremden sonra ilk gün sokaklar doldu, sosyal medya kaygıyla doldu, ama sonra… Yine sessizlik. Yine eski alışkanlıklarımıza dönmeye başladık. Oysa her sarsıntı bir uyarıdır. Her sarsıntı bize, bir sonraki büyük felakete hazırlıklı olup olmadığımızı sorar. Ve ne yazık ki, çoğu zaman cevabımız "hayır".
Bugün İstanbul’da bir deprem oldu ve biz yeniden hatırladık: Güvende değiliz. Ama asıl mesele bunu hatırlamak değil, bunu unutmamaktır. Çünkü depremler kaçınılmaz olabilir, ama enkaz altında kalmak bir kader değildir. Bilim var, teknoloji var, bilgi var. Eksik olan şey, kararlılık ve samimiyet.
Herkesin kafasında tek bir soru var: "Büyük deprem ne zaman olacak?" Oysa sormamız gereken asıl soru şu: "Biz o güne ne kadar hazırız?"
İstanbul bir kez daha sallandı. Ama biz artık sadece sarsılmakla yetinmemeliyiz. Artık silkelenmeli, uyanmalı ve gerçekten harekete geçmeliyiz.