İslam medeniyetinde ‘yazma eser tarihi’, Hz. Osman’ın ilk Kuran’ı istinsah ettirip, bir nüshasını Mekke’ye, diğer nüshaları da Şam’a, Küfe’ye, Basra’ya göndermesiyle başlar. Yassı taşlardan, ağaç kabuklarına, hurma yapraklarından, deri parçalarına, parşömenden, pamuk levhalara ve sonunda kâğıda uzanan uzun bir tarihtir bu İslam dünyasının kâğıtla ilk tanışması. Talaş Savaşı esnasında ele geçirilen Çinli esirler vasıtasıyla olur. Kâğıt yapımının öğrenilmesi, yazma eser tarihinde bir dönüm noktasıdır, çünkü başta Mushaf olmak üzere, birçok kitaba ulaşmak ve ihtiyaca cevap vermek kolaylaşır.
İlk dönemde kullanılan kâğıtlar kalındı ve iyi imal edilmemişse kolayca kırılabiliyordu. Zamanla kalın kâğıtlar yerini, daha ince kâğıtlara bıraktı. Farklı renklerdeki bitkilerden elde edilen kök boyayla renklendirilen kâğıtlar, daha sonra yazım içini kolaylaştırmak için aharlanırdı. Ahar, mürekkebin yayılmasını önleyen, kalemin akıcılığını sağlayan ve hataların düzetilmesine imkân veren yumurta akından, nişasta veya undan yapılan bir tür ciladır. Aynı zamanda kâğıdın kayganlığını da artırır ki, bu da yüzyıllar önce yazılmış bir eserin günümüze kadar gelebilmesini kolaylaştırmıştır. Okumayı ve yazmayı teşvik eden öğretilerin peşinde, ilkin Kuran merkezi başlayan kitap yazmacılığı, her geçen yüz yıl gelişerek büyür.
Hattatlar ve nasihler tarafından yazılan her bir mahtut, zamanla ince bir zevkin ürünü olur. En güzel hatlarla yazılan kâğıtlar, tezhiple, minyatürle, ebruyla, katı’yla süslenip ciltlenerek bir sanat eserine dönüşür. Her biri elinde şekil aldığı hattatın ‘’el izi’’ni taşır, bu yüzden emsalsizdir.
Kitabın baş tacı edildiği medeniyetimizde bir ucu Bağdat’a, İstanbul’a, Şam’a, İskenderiye’ye, Konya’ya uzanan bu yolculuğun, bir ucu da Diyar-ı Bekir’e de dayanıyor. Kadim zamanlarda önemli ilim merkezlerinden biri olan şehir, bir zamanlar, Artuklu’nun, Selçuklunun, Akkoyunlu’nun, Osmanlı’nın inşa ettiği onlarca medreseyle donatılmış durumdaydı: Zinciriye, İmadiye, Aziziye, Kadiriye, Latifiye, Hüsreviye ve Diyarbakır’ın ilk büyük Medresesi Mesudiye…
İlk dönemde kullanılan kâğıtlar kalındı ve iyi imal edilmemişse kolayca kırılabiliyordu. Zamanla kalın kâğıtlar yerini, daha ince kâğıtlara bıraktı. Farklı renklerdeki bitkilerden elde edilen kök boyayla renklendirilen kâğıtlar, daha sonra yazım içini kolaylaştırmak için aharlanırdı. Ahar, mürekkebin yayılmasını önleyen, kalemin akıcılığını sağlayan ve hataların düzetilmesine imkân veren yumurta akından, nişasta veya undan yapılan bir tür ciladır. Aynı zamanda kâğıdın kayganlığını da artırır ki, bu da yüzyıllar önce yazılmış bir eserin günümüze kadar gelebilmesini kolaylaştırmıştır. Okumayı ve yazmayı teşvik eden öğretilerin peşinde, ilkin Kuran merkezi başlayan kitap yazmacılığı, her geçen yüz yıl gelişerek büyür.
Hattatlar ve nasihler tarafından yazılan her bir mahtut, zamanla ince bir zevkin ürünü olur. En güzel hatlarla yazılan kâğıtlar, tezhiple, minyatürle, ebruyla, katı’yla süslenip ciltlenerek bir sanat eserine dönüşür. Her biri elinde şekil aldığı hattatın ‘’el izi’’ni taşır, bu yüzden emsalsizdir.
Kitabın baş tacı edildiği medeniyetimizde bir ucu Bağdat’a, İstanbul’a, Şam’a, İskenderiye’ye, Konya’ya uzanan bu yolculuğun, bir ucu da Diyar-ı Bekir’e de dayanıyor. Kadim zamanlarda önemli ilim merkezlerinden biri olan şehir, bir zamanlar, Artuklu’nun, Selçuklunun, Akkoyunlu’nun, Osmanlı’nın inşa ettiği onlarca medreseyle donatılmış durumdaydı: Zinciriye, İmadiye, Aziziye, Kadiriye, Latifiye, Hüsreviye ve Diyarbakır’ın ilk büyük Medresesi Mesudiye…