USD
00,00
EUR
00,00
USD/EUR
1,000
ALTIN
0.000,00
BİST
0.000,00

MEHMET NECATİ YANDI'YA HASRETTİR" ARABANA"LAR!.. - (Mevlüt Mergen'in Yazısı)

KÜÇE BAŞI

İSTEK: Tasavvuf bahçesinin, bülbülleri susmasın,

O'nlar zikir ehlidir, aşk gül'leri solmasın!..

Gerçek şu ki; "söyleşi"lerimizin ana "tema"sı Diyarbekir'dir, dolayısıyla bu şehirde yaşayanlardır, bu şehrin içinde doğmuş, büyümüş ve ruhunu bu şehirde Allah'a teslim etmiş olan nice insan vardır,.

Yeri geldiğinde ya yayınladıkları bir kitap vesilesiyle, ya da "sıradan" olmayışları "şair, yazar, edip, iş adamı, sanatkar" olmaları hasebiyle bazen gazetedeki köşemizde, bazen radyo ve televizyon sohbetlerimizde, bazen de kitaplarımızda kendilerinden söz etmişliğimiz vardır.

Ancak bu insanların içerisinde öyle isimler vardır ki bunların unutulmaması, her zaman yad edilmesi gerekir diye düşündüğümüz içindir ki bunlardan bazılarını burada tekraren yad etmeyi kendimize bir "gönül borcu" biliyor ve bu borcu ödemek üzere "portreler" bölümünde  ilk olarak "bir rüfai dervişi olan Mehmet Necati Yandı" diyoruz..

Aslen "Siverek"li, ailesi Diyarbekir'e göç etmiş ve Diyarbekir'de dünyaya gelmiştir, 1956-57'li yıllarda tanıştığım Yandı ile, delikanlılık çağımızı henüz yaşıyorduk, buna çocukluk çağı da diyebiliriz.

Mardin kapıda "mütevazi" bir "berber" dükkanında babası ile birlikte çalışıyordu, merhum babası  "Mehmet Yandı"  gerek Mardin kapısında ve gerekse bütün şehirde "berber gülo" lakabıyla tanınıyordu.

Mehmet Necati, sadece baba mesleğini öğrenmiyordu o dükkanda, babasının da "mürit" olarak bağlandığı ve bir "Rüfai Şeyhi" olan "Zeynelabidin İnan"ın zikir halkasında Yunus'un deyimiyle, "hamlıktan yanmaya" başlıyordu.

Yani o aynı zamanda bir "mürid"ti, sıradan değildi bağlılığı, şeyhini yürekten seviyordu ve hep "Şeyh baba" diyordu onu andığı zamanlarda asla adını ağzına almazdı, Şeyh Zeynelabidin "ehli keramet" bir zattı, Necati'deki aşk istidadını görmüş, onu "ham"lıktan kurtarıp, yanmasına ve daha sonra "pişme"sine gidecek yolu aralamıştı.

Necati "aşk" yolunda yürüyordu, yürüyüşünü hiç aksatmadı, hiç kopmadı "şeyh baba"sından, sözün başında "delikanlılık çağımız" dediğimiz zamanlarda bana: "şeyh baba beni çağırmış gelir misin?" diye sorardı ve cana minnet bilirdim bu çağrıyı birlikte giderdik.

İşte o zamanlarda Necati'de "Yunus'leyin" haller oluşmaya başladı, şeyhinin Yunus'a "Yunus sen söyle" dediği gibi Necati'ye  de "Şeyh baba"sı: "Necati söyle" derdi ve Necati söylemeye başlardı.

"Yunusleyin" dedik ya, sözümüzü kanıtlayalım, Necati'nin ilk söylediği ve bizzat kendisinin sözlerini yazıp bestelediği "Allah'ım" ilahisinin mısraları:

 

Ağlaya, ağlaya bu dertli gönlüm,

İsterim aşkınla yansın Allah'ım.

Mecnun dağlarında bu cahil ömrüm

Adını yad edip gezer Allah'ım.

 

Veren canı, bulur elbet cananı,

Aşıkların göğe çıkar efganı,

Yoldaş et bizlere Yarab imanı,

Duamızı kabul eyle Allah'ım.

 

Rüfai'yiz amacımız mevla'dır,

Bu dünyaya gönül verme fenadır,

Allah Allah deyin ruha gıdadır,

İsmin için biz affet Allah'ım.

 

Aşık Necat bunu böyle söyledi,

Hep ihvanlar şetaretle dinledi,

Allah Allah seslerinden yer gök inledi,

Meclisimizi abad eyle Allah'ım!..

 

Bu  ilahinin  zikir meclislerinde terennüm ettirildiği  tarihten bugüne kadar elli yılı aşkın bir zaman geçmiştir, "Allah" demenin "yasak" olduğu günler "henüz" geride kalmıştır o tarihlerde  ama korkusu devam etmekteydi.

O buna rağmen "şeyhbaba"sının "destur"uyla "arabana"sını ustaca fiskelerken ve sözlerini çoğunlukla yukarıda "ilk"ini  sunduğumuz kendisinin yazıp bestelediği  ilahileri okurken bazen "bizim okuduklarımız tazedir" yani "sözlerini biz yazmış, biz bestelemişiz" derdi.

Günümüze bakıyorum da Mehmet Necati'yi bir kez daha rahmetle ve saygı ile anıyorum, zira o hiç bir zaman sesini, yeteneğini kullanarak "dünyalık" elde etmeyi düşünmedi "arabana"sını fiskelerken ve bazı zamanlarda patlatırcasına vururken, düşündüğü "ihvan"ın "cezbe"ye gelmesi, ruhundaki aşk ateşinin tutuşmasıydı.

O ihvanın içerisinde öylesi vardı ki  o anda vücuduna "şiş" sokulsaydı duymazdı, çünkü "Hak"kın rızasıydı gözettiği, kasetler, CD'ler doldurup dünyalık elde etmek aklının kenarından bile geçmezdi.

Hele hele yazdıklarını bir "noter"e götürüp ileride başkaları çalmasın, kullanmasın diye tasdik ettirmezdi, ama duyuyoruz ki bazıları Necati Yandı'nın yazdığı, bestelediği bazı eserlere sahip çıkıyor, "kimindir?" diye sorulduğunda "ben yazdım, ben besteledim" diyebiliyormuş, hem ayıp, hem çirkin hemi de günah!..

Bildiğimiz kadarıyla şunu söyleyebiliriz Mehmet Necati Yandı "büyük günah"larla tanışmadı, adeta “manevi kontrol" altında idi yaşamı, bana bazen: "gel sende bu çeşmeden iç" derdi de sanki duymazdı kulağım bu sözlerini, o çeşmenin bir başka "musluğu"ndan daha sonra bize de içmek nasip olacak ama, çeşmenin kaynağı aynı olsa da yollarımız "meşreben" ayrı olacaktı..

Yol ayırımımız kendisini askere yolculadığım gün başladı, "kara vagon"la Ergani'ye kadar götürmüş, orada ayrılmıştık, ayrılmıştık derken bunu hepten bir kopukluk sanmayınız lütfen, bir keresinde şöyle demişimdir;

"Necati benden önce askere gitti, benden önce evlendi, benden önce vefat etti" bu sözüme şunu da ekleyeyim "O çeşmeye de benden önce vardı" askerliğim öncesi ve sonrası yıllar süren bir beraberliğimiz vardır Mehmet Necati ile geçirdiğimiz çocukluk ve gençlik çağımızı yaşarken..

"Şeyh baba"sı aşık Necati'yi diyebilirim ki uzun yıllar zorunlu olarak "yalnız" bıraktı, çünkü 1960 ihtilali sonrasında 55'ler listesine alınmış ve başka illere "Balıkesir"e "zorunlu" olarak gönderilmişti.

Şeyh Zeynelabidin İnan merhum daha sonra İstanbul'u mesken tutmuştu ve denebilir ki "manevi yük" böylece Necati'ye yüklenmişti, işte bu yük O'nu pişirmeye başlamıştı ve ilk eserini vermişti .

Diğer mürit kardeşlerinin kendisine "Hacı abi" diye hitap ettikleri bu dönemde, ilk "yazılı" eseri Mehmet Necati Yandı'nın "Gönül dağı"ismini taşıyan bir şiir kitabıydı ve bu kitaptaki şiirlerin hepside "ilahi"lik taşıyan sözlerdi.

Son yıllarında böbrekleri kendisine rahatlık vermiyordu, gözlerinden de yeterince yararlanamıyordu görmek için, "diyaliz" hastası olarak sürdürdü ömrünü ve son günlerinden birinde telefonla aradım kendisini, hatırını sormak ve 1991 yılında yazdığı "Diyarbekir uşağıyam arkadaş" şiirini "Peygamberler ve Sahabeler Şehri Sevdam Diyarbekir" kitabıma almaya  izin istemek  niyetiyle.

"O şiir zaten Diyarbakır'ındır" demişti ve şunu eklemişti: "Şadırvandan damlalar" diye yeni kitabım baskıya hazırlandı" sevinmiştim ama sevincim çok sürmedi çünkü gerçek "bir Rüfai müridi olan Mehmet Necati Yandı" "pişme" devresinin kemale ereceği günlerde  ruhunu Allah'a teslim etmişti.

"Yunusleyin" dedik ya, işte sözümüzü doğrultacak bir şiiri "şadırvandan damlalar" kitabından:

"Hak bir gönül verdi bana,

İki cihan içindedir.

İnanmazsan gir de bir bak,

Beyti rahman içindedir.

 

Gah yükselir süreyya'ya,

Devran eder yıldızlarla,

Gah dalar sonsuz deryaya,

Sohbet eder cansızlarla.

 

Gah dolunayla buluşur,

Güneşle yanar tutuşur,

Gah kırklar evine gidip,

Harfsiz sessiz yol konuşur.

 

Necati enel aşkta sucud,

Halda olmaz, Kuyut, Sudut,

Aşık olmanın esması,

Ah ya Vedud, ah ya Vedud!..

"Ya Vedud" esmasını çok çeverdi, ama "herkes bu esmayı çekemez" derdi de vedalaşırken kendisine "Fiemanillah" diyene o "Fi emanirresul" derdi ve o bizlere "fi emanillah" deyip gitti, bizde O'na "Fi emanirresul" diyoruz..

KIRINTILAR

Muhabbet bahçesinin bülbülüdür zakirler,

Hırkaları "soft" olur, görüntüde fakirler!..

Sağlıcakla kalınız, ömrünüze bereket sevgil okurlarım.

(*) Ben küçemi özledim portrelerden
SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ