Yeniden sizlerle buluştuk uzun bir aradan sonra.Diyarbakır benim bıraktığım gibi değil tabii. Ama altın altındır çamura düşse de…Gelin sizi eski Diyarbakır’a götüreyim. Hani o daha hiçbir şeyin bozulmadığı, insanların insan olduğu zamanlara…Hani şu avluları olan, üç beş komşunun bir arada yaşadığı evleri hatırlayalım. Beş yabancı komşunun bir tuvalet, bir banyo, bir mutfağı kullandığı, bütün sosyalitenin bir ’’ avluda’’ döndüğü evler…Herkesin bir odada yaşadığı ama mutlumu mutlu olduğu evler..Şimdikilerin sefil, fakir dediği o insanlar, o sefillikleriyle komşularının bütün sorunlarına koşarlardı. Yemek alışverişleri, ortaklaşa avluları yıkamak, damdaki karları sokağa atmak ne profesyonelce koordine edilmişti…Avlulardaki kuyularda karpuzları soğutmak, tel örgülü dolaplarda yiyecekleri saklamak, akşamları yatakları sermek sabahları toplamak…Çamaşırları çitilemek, küllerle bulaşık yıkamak. Sobaları kurmak, yakmak mübarek Diyarbakır kadınlarının işiydi…”Kusul ömür olasan’’, “parça parça olasan’’, “çabuk okula geç kaldın’’ deyip ellerimizde naylon torbalardan yapılmış çantalarla okula uğurlanmak ne güzeldi. Hiç değilse servis magandaları yoktu rahattık…Çekilmekten kıpkırmızı olmuş kulaklarımızı gören babalarımız, annelerimiz ‘’ aferin öğretmenine elleri yeşil olsun’’ dediğinde aklımıza öğretmenimizi mahkemelere vermek gelmiyordu hiç…Günler geceler, taziyeler, hasta ziyaretleri birinci vazifemizdi.Karşı sokağın başında babamızın arkadaşını gördüğümüzde sigaramızı yutacak gibi olurduk. Çocuklar babalarının yanında çocuklarını sevemez utanırlardı.Geceleri ailece yazlık sinemalara gider veya evlerimizin damından filmi izlerdik. Ama acayip mutluyduk…Sabahları namazdan sonra kadınlar evlerinin önünü süpürür, sokaklar mis gibi kokardı. Daha sonra eşekli belediye memurları gelir çöpleri alırdı. Sabah işe giderken mis gibi kokan sokaklardan geçilirdi…Sokaklarda erken saatlerde tatlıcılar hemen hemen her eve tatlı satardı, böyleydi hayat, Ucuz, kolay, basit, ama keyfine de doyum olmuyordu…Yedi yaşında çocuklar kuran dersine gönderilirdi. Sonra sanatkarların yanına verilirdi sanat öğrensinler diye. O Masum kafalarda başka bir şey yoktu. Ustalar ikinci babaydı.Kadın ancak askerden sonra tanınırdı…!Şeytan sanki yeryüzüne inmemişti…!Sokak düğünleri vardı, kürsülerde oturulup izlenen. İlk defa takım giyen damatlar, utangaç gelinler. Evlenir evlenmez çocuk yapma telaşına giren çiftler…Yahu biz bu günleri yaşadık mı sahiden…İnzibatların kovaladığı askerleri dükkanlarımıza alır korurduk. Yemeğini, çayını içirir gönderirdik. Ne hoştu, ne hoştu o mozaik…Faytonlar vardı ya hani gidip geldiğimiz. Birde birkaç araba gıptayla baktığımız.Haftada bir yayın yapan TRT ve bir mahallede birkaç evde olan televizyonlar. Çerezlerimizi alıp televizyon olan evlerde yayını bitirip çıktığımızda ne mutluyduk. Üçüncü odalarında televizyon yok diye kavga çıkan evleri düşünüyorum da…!Hıristiyan, Müslüman iç içe yaşardık.Artık tam inandım o günler de şeytanın henüz yeryüzüne inmediğine…!İşte böyle bir Diyarbakır’dı öteki Diyarbakır…Allah sonumuzu hayırlı etsin.