TARİHİ EVLERDEKİ YAŞANTIMIZ NASILDI? - (Mevlüt Mergen'in Yazısı)

KÜÇE BAŞI

Günümüzde ya mübarek Ramazan ayı geldiğinde, ya da bayrama kavuşulduğunda aramızda yaşayan yaşlılara yeni “jenerasyon” tarafından çok sorulur: “eski Ramazanlar?” veya  “eski bayramlar nasıldı?” nitekim biz bu sorulara cevap vermek üzere her yıl olduğu gibi bu günde “geçmişe” dönecek ve olası soruları cevaplandırmaya çalışacağız.

Nitekim tarihten değil, tarihin kendisinde sorulduğu Diyarbekir, sur içine sığmadı geliştikçe gelişti, büyüdükçe büyüdü ve hızla gelişmeye, büyümeye devam ediyor, dolayısıyla evleri, caddeleri, çarşı pazarları kısaca sosyal yaşam değişiyor, şöyle demek isteriz, eski yeniye adapte olamadığı için soruluyor : “sur içindeki tarihi evlerde hayat nasıldı?” zamanın hızlı akışı içinde değişen “sosyal” hayat şartları böylesi soruların sorulmasına sebep oluyor.

Bu söyleşimizde sur içindeki tarihi evlerin değişiminin büyük bir kültürel değişime de sebep olduğunu ifade etmeye çalışacağız, böylece olası bazı soruları cevaplandırmak için hatıralarımızı kullanacağız şöyle ki;

Bir zamanlar sur içindeki tarihi evlerde yaşamış olanlar, bugün çok katlı binaların yükseldiği sitelerdeki “akıllı” evlerde otursalar bile “ah nerede o güzel günler?” deyip o günlere hasret çekiyorlar.

O günlerde hayat bugünkü gibi şatafatlı değildi, hanımların akıllı “çamaşır makineleri” yoktu, bir tencere yahut bir çaydanlık dolusu sıcak su ile dünyanın bulaşığını yıkarlardı, bulaşık makinesi hayallerinde bile yer almazdı.

Çalı süpürgesi deyim yerinde ise evin sakinlerinden biri gibiydi, bırakınız “tüp gazlı” ocağı, gaz ocağı bile sonradan girdi mutfaklara, mangal vardı, mantız vardı ve her evin mutfağında bugün “barbekü” diye adlandırılan “ocaklar” vardı.

Bu ocaklar daha ziyade çamaşır günü geldiğinde “meşe odunu” yakılarak üzerine kocaman bir kazan bırakılırdı, kazanın içinde su kaynamaya başladığında “dağ gibi” çamaşırlar ve diğer eşyalar yıkanmaya başlardı.

“Günü” belli idi yıkanacak çamaşırların, hanımların “hamam” günleri de belli idi, böyle olunca misafir kabul günleri veya misafirliğe gidilecek günler de belli idi, evler akıllı değildi ama o tarihi evlerde hayat akıllıca programlanmıştı, o programa uygun olarak geçerdi günler.

Misal verecek olursak, ilkbahar günleri “taze peynir” alınacaktır, bir kış boyu ihtiyaca yetecek miktarda “taze” olarak alınan peynirin bir kısmı eritilecek, bir kısmı salamura olacak şekilde küplere basılacaktır.

Yaz günleri kurutma günleri demektir, çünkü kışın tazesi olmaz patlıcanın, biberin ve diğer sebzelerin, öyle ise mevsiminde alınıp güneşte kurutulmalıdır ki içindeki besin değerlerini korusunlar ve kış geldiğinde taze imiş gibi ağza tat versinler..

Yaz günlerinde ne de çok duyulurdu küçelerde: “nane kurutanlar!..” sedası, bazen “naneci Alo geldi!..” şeklinde idi bu ses, “kör Yusuf’ta” bulunmazdı kurutulmuş nane.

Aktarlar sadece ıhlamur misali soğuk alındığında kullanılacak bitkileri ve bazı hastalıklara iyi gelen bitkileri satarlardı, küçelerde köylü kadınlar “hadi dew, hadi dew” diyerek ayran satarlardı, sütçüleri vardı küçelerin, hangi eve ne miktar süt verileceğini bilir, kapıyı çalar ve o evin süt ihtiyacını “taze” olarak giderirdi ve o zaman hayat her gün tazelenirdi.

Şimdi şehir girişlerinde görülen “adak kurbanı bulunur” levhası yoktu da küçelerde “ arkasında 40-50 tane keçi olan “Qa’ri  kurbani, tasadduk mali” satıcıları vardı.

Yaz günlerinin bitimine doğru Lice domatesi gelirdi, “arasadan” (Hasan Paşa hanı)  bir zamanlar “arasa” idi, buradan alınırdı büyük sandıklar içindeki lice domatesi, alınır  kış  boyunca gerek duyulacak “salçayı” hanımlar kendi elleriyle  çıkarırdı, evlerin damları bir helikopterle seyredilecek olsaydı “kara topraklı” damların tamamını “kırmızı” rengin kapladığı görülürdü.

Elleri öpülesi annelerimizin avuçlarında sıkılarak suyu çıkarılan domatesin suyu tepsiden tepsiye aktarılıp salçalaştırılırdı, günümüzde salça nasıl çıkarılır merakını gidermek için hanımlar internet” vasıtasıyla öğreniyorlar, oysa eski hanımlar için böyle bir arayış yolu yoktu, onlar gelin gelirken böylesi bilgileri analarından öğrenerek gelirlerdi.

Sonbahar günleri kışlık zahirenin yine evde hazırlanacağı, küplere doldurulacağı günlerdir, küçelerde gezerdi “bulgur çekenler, odun kıranlar, kuyu paklayanlar” hayat şehirde böyle programlanmıştı adeta.

Salı Cuma günleri hanımlara özel günlerdi, çünkü ancak o günlerde sinemaya veya pikniğe gidilirdi.

Çarşamba akşamları “kına” yakılırdı gelin adayının ellerine, o zamanlar “aşrı aşrı memlekete kız vermesinler” türküsü henüz tedavülde yoktu, kızlar aynı şehrin bir sokağından veya bir mahallesinden bir başka sokağına veya mahallesine gelin giderlerdi hem de paytona bindirilerek.

Cuma akşamları yatsı vaktinde damat küçelerde tekbirlerle “merhum berber Enver’in” okuduğu  gazellerle gezdirilerek dünya evine girerdi..

Matbaalar vardı ama “davetiye” bastırmak kimsenin aklına gelmediği günlerde eğer bir düğün, ya da nişan olacaksa, kına gecesi yapılacaksa, dişi çıkan çocuğun başına hedik dökülecekse komşuları, akrabaları davet etmek için bir hanım görevlendirilir ve koluna kırmızı kurdele bağlanırdı ki görevli olduğu bilinsin o da kendisine verilen adreslere gidip görevini yapsın..

Evin hanımı ne yemek yapacaksa gerekli malzemelerden kilerde olanların dışındaki sebze ve et için kocasına söyler, kocası da sepetli bir hamalla gönderirdi.

Hanımların evlerinde yaptıkları hizmetler denebilir ki kocalarından daha çok yorucu ve daha zordu, çünkü evin bütün hizmeti kadının üzerindeydi, bunu görüp takdir eden erkekler hanımlarına “karı” demezlerdi de “hürme” diye çağırırlardı, çünkü kadın hürmete layıktı, günümüzdeki gibi şiddete değil.

Sözünü ettiğimiz zamanlardaki hayat nasıl “doğal” idi ise  gıda maddeleri de öyle doğaldı, bir misal “pekmez” en doğal meyve suyudur, sabah kahvaltısında sofraya konur, herkes ekmeğini batırarak karnını doyururdu, bulgur pilavının yanında ne güzel olurdu “pekmez şerbeti”.

Nebati yağ, sıvı yağ bilinmezdi, “sade” veya tereyağı ile zeytin yağı mutfakların vazgeçilmezi idi,  ekmeklik için “buğday pazarından ”buğday alınır değirmene gönderilirdi, öğütülüp geldikten sonra sabahları evin hanımı hamuru  fırına gönderirdi.

Kimse kepekli ekmek diye ayrı bir ekmek aramazdı, üç dört gün kalsa bile ekmek bayatlamaz ve rahatlıkla tüketilirdi, günümüzde bir gün sonraya kalan ekmek sertleşiyor, hatta küfleniyor ve yenilmeyerek çöpe atılıyor, o zamanlar ekmek bazen de bayatlasın istenirdi, çünkü “kele-paça” bayat ekmekle daha çok tat verirdi ağızlara..

Sur içindeki günlerde “konfeksiyon” mağazası yoktu da kadın-erkek terzileri vardı, hazır ayakkabı giyilmezdi de kunduracıya gidilerek ayak ölçüsüne göre sipariş verilirdi.

Naylon henüz icat edilmiş türkülere şöyle girmişti: “Oy bıçak, bıçak bunun sonu ne olacak-evlenmeyin bekarlar naylon kızlar çıkacak” o günlerde, insanlar çoraplarına kadar “yün” giyer, “yün” yataklarda istirahat ederlerdi.

Bir şeyi daha hatırlatmak isterim, söyler misiniz günümüzde giyilen eşyalardan ki çoğunun içinde ağırlıklı olarak “sentetik” yani naylon vardır, hangisi türkülere konu olmuştur?

O günlere  baktığımızda basma, keten veya satenden yapılan,  “fistan” veya “ipek” gömlek gibi giysiler  “ilham” vermiş şairlere..

Sur içindeki tarihi evlerde yaşanan hayata şöyle kısaca dokunduk, o günlerdeki (sosyal) hayatı anlatmak için ciltler dolusu kitaplar yazılır ki zaten yazılmış, yazılıyor, biz bile bugün o hayatı arıyor anlatıyorsak yarın bizden sonraki nesil “akıllı” binalarda otursalar da, akıllı telefonla konuşsalar da, internet bilgilerinden yararlansalar da bizim yaşadıklarımızı bizden çok fazla arayacaklardır.

Berhudar olasınızı,  ömrünüze bereket sevgili okurlarım.

AŞK ŞARABI

"Sevda" çeşmesinden sundu bir saki,

"İç ama kendini kaybetme" dedi.

Bir bardak şaraptan sordum: "no'laki?"

"Dünya şarabına benzetme" dedi.

 

"Kaynağı cennetin vahdet bağından,

Bağbanı bir kul'dur, cennet çağından,

Kurtulmak istersen İblis ağından,

Cahilin ettiğin sen etme" dedi.

 

"Bilesin bu şarap sevgi iksiri,

Temizler yürekten her türlü kiri,

Kişi oldu ise nefsin esiri,

Cennet ehli diye zan etme" dedi.

 

"Resul  ile ashab içti bu kaptan,

Tesnim kaynağından, fağfur çanaktan,

Bedir'in medhini oku kitaptan,

Cümlesin kabul et, reddetme" dedi.

 

Dört büyük halife dört güzel kuldur,

Onları sevmeyen aşktan yoksuldur,

Nedamet tasın al, mağfiret doldur,

Ehl-i beyt sevmezi yad etme" dedi.

 

"Çeşme" İslam'dır, saki Muhammed,

İzini sürersen önünde cennet,

Mergen kendine gel, olma muhannet,

Nar'a giden gitsin, sen gitme" dedi.

MEVLÜT MERGEN AMİDİ

Diyarbekir, 26.01.2016