ŞEHİR TARİHİ YAZARLIĞINA DAİR AÇILIMLAR
- 05-05-2018 00:10
Şehirlerin kurulması, insanoğlunun ortak değerlerde buluşmasıyla söz konusu olduğu gibi, hükümran olan sultanların isteğinden de kaynaklanır, bu kuruluş. Aynı değerler etrafında kenetlenmiş insanın ortaya çıkardığı şehir, o topluluğun tarihinin, inancının, mimarîsinin ve de kültürünün aynasıdır.
Genelde su kaynaklarına yakın kurulan ve savaşlarda alınması güç yerlerde inşâ edilen yerleşim alanlarının zaman içinde genişlenmesiyle oluşan şehirler, kurucusu olanların isimleriyle anılır, günümüze bu perspektifle gelir. Günümüze kadar gelen şehirlerin yanında terk edilmiş, harap olmuş, sadece tarihteki önemi ile kalmış şehirler de söz konusudur, bu arada.
Bu şehirlerin bir dönem kurucusu oldukları devletin ihtişamını yansıtan özellikleri söz konusudur, tarihte. O şehri inşâ edenlerin duyduğu mutluluk, yaşadıkları sevinç ne derecede büyükse, günümüze geliş biçimleri ile harabiyeti de o derecede bu mirasa sahip olmadığı şekilde üzücüdür.
Bu şehirlerden kalan köprülerin, hanların, hamamların, anıt yapıların korunmaması, tahribe açık oluşu, tarihî değerlerinin bilinmeyişi, geçmişe gösterilen saygı ile endekslidir.
Günümüzde zorunlu hale gelen barajların yapımı ile birçok şehir, yerleşim alanı harita üzerinden silinirken, bir daha görülmeyecek derecede kaybolurken, mevcut olanların SİT alanları içine alınmasına rağmen korunmaması, geçmişe olan bağların kopmuş olduğunu gösterir. Ne zaman baraj yapımı gündeme gelirse kurtarma kazılarının o döneme denk getirilmesi, bizde gelenek haline gelmiş hastalık gibidir. Zeugma’daki çalışmaların aceleye getirilmesi, Hasankeyf’in kazıları haklı olduğumuzu gösteren kimi yerleşim alanlarından bir kaçıdır.
Savaşlarla yerle bir edilen, tek bir insanın bile canlı bırakılmadığı, yapıların yıktırıldığı, yakıldığı, vahşetin bininin bir para olduğunu tarih sayfalarından bugüne miras kaldığını belirtmeye gerek var mı? Günümüzde iç savaşlarla körüklenen ve uluslararası güçlerin müdahaleleriyle birçok şehir, birer harabe haline gelmemiş mi?
Günümüzde yapılanlar, dün kılıçtan geçirilen, yaşlı-kadın-çoluk-çocuk denilmeden insan kıyımının yapıldığı, şehirlerin yıkıldığı coğrafyalarda olan bitenden daha farksız değildir. Bu denli vahşete sahne olan şehirlerde kuvvet-güç gösterisi, beraberinde bir medeniyete olan öfkenin, intikamın alenîleşmesinden başka mana taşımaz. Semerkant’ın, Buhara’nın yanması, yıkılması ile Bağdad’ın bugünkü hali farksız değildir.
Dicle’ye atılan kitapların, nehrin rengini mürekkepleriyle değiştirmesini anlatan kaynaklar, elimizin altındadır. Bugün Hûlagu’nun yaptığıyla bir başkasının yaptığı arasında fark bulunmamaktadır. Olanlar, medeniyet düşmanlığının açık tezahürüdür.
Şehirlerin günümüz öncesinde sahip olduğu değerlerle günümüzdeki görünümü arasındaki fark, kuşakların kültürel ve sosyal yaşantılarıyla düşünüş biçimlerini değiştirirken, ortaya kendi tarihine, kültürüne, inancına, doğup büyümüş olduğu topraklara yabancı bırakılmış, başkasını taklide muhtaç, kendi özünden uzaklaştırılmış kuşakların çıkmasına zemin hazırlayan anlayış, bize ait şehir geleneğine tahammülsüz olduğunu her daim şehirlerdeki yıkımlarla göstermiştir.
Bu son yüzyılda meydana gelen savaşlarda taş üstüne taş bırakmayanların kendi topraklarındaki sükûnetini, başka coğrafyalarda görmekten rahatsızlığı, dünyada suyu bulandırıp kuzuyu cezalandıran anlayışın temsil ettiği düşünceyle paralel biçimdedir.
Şehirlerde bulunan önemli yapıları yıktırmakla başlayan modern yaşantı, kabul etmediği dünle hesaplaşırken, çok katlı yapılaşmalarla nefretini kusmaya başlamış, geleneğe karşı çıkarak bayındırlıkta insanın hem ruh hem beden sağlığını hiçe saymış, insanın şehir yerleşiminde ihtiyaç duyduğu refahı arka plâna atarak, çok kazanma hırsıyla mimarî alanda söz yerinde ise katliamlar içinde olmaktan kaçınmamıştır. Tabiatla da geçimsiz olan anlayış, insanın toprakla, ağaçlık alanlarla bağını kopartmış, şehirde yaşayanlar için “Yıllık Tatile Çıkma” anlayışını mecburî hale getirmiştir.
Özellikle yaz mevsiminde şehirden bunalan insanı, köylere, yaylalara, teknolojinin fazla ulaşmadığı ve kirletmediği şehirden uzak mahallere yönelten sebepler göz önünde bulundurulduğunda şehirden kaçışın zorunlu hale gelen bir durum olduğu görülür.
Günümüzde İstanbul’un az da olsa korunmuş tarihî çehresini yansıtan mimarî yapısı ile çok katlı yapılaşmaların olduğu bölgeler arasındaki farklılığı, insanın ruhen ve bedenen içine bırakıldığı açmazlara birer misaldir.
Dün rahatça yaşanan, gezilen, dolaşılan ve günümüze gelen mimarîsiyle insanı dinlendiren, ruhen rahatlatan şehirlerdeki yaşam ile insana saygının olmadığı, her metrekaresi betona yenik düşen şehirleşme hayatı arasındaki farkları bir bir anlatmaya gerek var mı?
Üstad Sezai Karakoç’un Balkon şiiri ister istemez akla gelir; evleri balkonsuz yapan mimarların alnından öpmemek olur mu?
Şehir tarihi yazarları, biraz da edebiyatla haşır-neşir olmalı, şiirde, hikâyede, romanda geçen şehirle, medeniyetle ilgilenmeli. Ahmet Hamdi, Beş Şehir”de ne anlatıyor?