KEÇİ BURCU HİKAYELERİ -12- (Mevlüt Mergen'in Yazısı)

SADAKA ALTIN OLUNCA!..

Bir zamanlar Diyarbekir'de zengin birisi vefat etse imiş bütün fakir fukara yas tutar ağlar imiş, sebebi de, vefat eden o zengin kişi yaptığı yardımlarla "fakir-fukara babası" olarak tanıtırmış kendisini, ölünce de "babamız öldü" diye yas tutulmasına, arkasından gözyaşı dökülmesine sebep olurmuş.

Fakir-fukara babası "Hüseyin ağa" vefat edince mirası oğlu Rıfat’a kalır, Rıfat babasının cenazesini kaldırır, taziyesinde otururken şöyle düşünür: "babamdan bana büyük bir miras kaldı, bu para babamın yaptığı hayr-u hasenat sebebiyle çoğaldı, babam sadaka vermenin, fakirleri gözetmenin ne büyük bir fazilet olduğunu bilir ve bize de anlatırdı, öyle ise bende onun oğlu isem onun yolundan gitmeliyim"

İşte bu düşünce ile yanına bir kese altın alır, doğruca Cami-i Kebir'e gelir, bilir ki burada her zaman fakir-fukara vardır, ben onları şöyle bir sevindireyim ve her birine bir altın vereyim der.

Ulu Caminin kapısında üç tane dilenci var ki bunlar burasını hiç terk etmezler ve her zaman burada bulunurlar, bunların üçünün de gözleri kördür, yani amadırlar.

Diyarbekir'liler bunlara kör, ya da ama demezler de "hafız" derler, bu kültürel gelenek günümüze kadar devam edip gelen bir güzelliktir.

Rıfat, camiye girerken bu üç hafızla karşılaşır ve elini cebine atarak keseyi çıkarır ve her hafıza bir altın sadaka olarak verir, hafızlar ellerindeki paranın şimdiye kadar şeklini bildiklerı paraların hiç birisine benzemediğini bunun altın olduğunu anlarlar ama bilmez gibi davranırlar,  içlerinden, birisi sorar:

- Allah hayrını kabul etsin, bu para yabancı bir para mıdır, biz şimdiye kadar hiç böyle bir parayı elimizde görmedik, tanıyamadık, Rıfat:

- Hayır der, yabancı para değil bu altındır, altın.

Hafızlardan diğeri:

- Sen çok zengin olmalısın, şimdiye kadar bize kimse sadakayı altın olarak vermedi, sende çok var mı altın paralardan?

Rıfat acır bu insanlara, demek ki hep ufaklık paralar verilmiş kendilerine, şöyle der:

- Benim babam çok zengindi, vefat etti, ben de onun hayrı olsun diye bir kese altın aldım yanıma ve siz fakirlere dağıtmak üzere buraya geldim, bu sözleri duyan hafızlardan birisi:

- Allah seni bağışlasın genç, ben hayatım boyunca ne bir kese gördüm, nede içini dolduran altınları, eğer verirsen o keseyi biraz okşayayım.

Rıfat'ın acıması daha da artmıştır, çıkarır keseyi verir o hafıza, hafız keseyi eline aldıktan sonra evirir, çevirir ve bir anda koynuna bırakır ve hiç bir şey olmamış gibi hareket eder, bunu gören Rıfat:

- Hafız efendi versene benim kesemi!..

- Ne kesesi?

- Yahu Allah'tan kork, sen şimdi almadın mı benim elimden keseyi versene?

Hafız:

- Bana bak, şimdi bağırır çağırırım "bu adam beni soyuyor diye!"

Rıfat hem keseyi kaptırmış, hem de bir belaya çarpmıştır, hafız dediğini yapar mı yapar, öyle ya göz göre göre keseyi kaptı ve inkar etti, bağırırsa insanlar onun yardımına gelir bana kızarlar, içinden şöyle bir karar alır:

"Eğer bende bunun hayfını senden almaz isem Rıfat değilim" niyetini gerçekleştirmek için de oralarda bir yerde bekler, bekler ki akşam olsun o hafız evine gitsin, evini öğrensin ve bir şekilde kesesini geri alsın..

Hafızlar akşam namazından sonra birer birer evlerine gitmek üzere cami kapısını terk eder ve evlerinin yolunu tutarlar, Rıfat kesesini kapan hafızın arkasındadır, hafız "tirbesipi" mahallesinde bir mazğanaya gelir Rıfat'ta arkasında, (mazğanalar tek avlulu, tek tuvaletli çok odalardan oluşan evlerdir)

Hafız kendi odasının kapısını açar, elindeki bastonla da çevresini kontrol eder, Rıfat korunur hafızın  bastonuyla sağı solu kontrol etmesinden, bir yolunu bulup hafızdan önce odanın içine girer, hafız hemen bir küçük sandık getirir ve kapağını açar ki içi çil çil altın dolu, kendi kendine söylenir:

- Babası çok zenginmiş, kendisinde böyle çok altın varmış, benim "çilorum" (hazinem) işte şimdi doldu der, birlikte getirdiği yemeğini yeyip yatağına uzanır ve uyur..

Gecenin ilerleyen saatlerinde hafız derin uykulara girmiştir, Rıfat sandığı kaptığı gibi sessizce odadan çıkıp gider, giderken de kapıyı açık bırakır, hafız sabahleyin uyandığında bakar ki içeride rüzgar esiyor, oysa kapıyı kendi eliyle kapatmıştı, hemen aklına içi altın dolu sandığı gelir bir de baksa ki sandığı yok, evden dışarı çıkıp:

- Soyuldum!..

diye bağırır, ama hiç kimseye bir sandık altınım gitti diyemez, etrafına toplananlar acırlar bu hafıza ve şöyle derler:

- Şu dünyada ne kadar çok Allah'tan korkmaz insan var, siz bu hafızdan ne istersiniz ki, hem bu hafızın parası ne kadar ola ki?

- Hafız o esnada kendisine toplanan üç-beş kuruşu cebine katar ve Ulu Caminin kapısına gelir, arkadaşlarına: "Soyuldum" der ve olayı anlatır..

Rıfat, sabahleyin yine oradadır, diğer iki hafıza da iyilik (!) düşünmektedir, öyle ya onlar da seslerini çıkarmadılar, ver adamın kesesini  demediler, suç ortağıdırlar diye düşünür ve konuşmaları dinler..

Hafızlardan biri:

- Sen kendini akıllı sanırdın, gördün mü aldığın tedbir işe yaramadı ve bir sandık altının uçtu gitti, şu benim elimdeki bastonu görüyorsun ya, içi çil çil altın doludur, bunu kim benim elimden alabilir ki?

Rıfat öğreneceğini öğrenmiştir, hemen Caminin arkasındaki çarşıya gider ve orada çok güzel  ceviz ağacından yapılmış Ahlat işi bir baston alır ve gelir, bekler ki bir yolunu bulsa da bastonları değiştirse..

Hafız elindeki bastonu sıkı sıkı tutarak tuvaletlerin yolunu tutar, Ulu Caminin tuvaletleri küçük  odalardan  oluşur o zamanlar kapı da takılmamıştır, dışarıdan perdelidir, hafız tuvalete girer girmez bastonunu bir köşeye bırakır ve hacetini görmek için oturur, işte tam bu sırada Rıfat bastonları değiştirir ve hafızdan önce çıkıp gözden kaybolur.

Hafız hacetini görmüş, elini bastonuna atmıştır ama bu baston kendi bastonu değildir değiştirildiğini anlar ve bağırıp çağırmaya başlar:

- Bastonum, bastonum, bastonumu çaldılar, sesine etraftan gelenler hafızın elindeki bastona hayranlıkla bakarlar, çünkü çok güzeldir, derler ki:

- Hafız sen ne diyorsun elindeki baston bir sanat harikasıdır, hafız diyemez ki 'benim bastonumun içi altın doluydu'

Rıfat ikinci hafıza da yapacağı iyiliği (!) yapmıştır, sıra üçüncü hafıza gelmiştir, ertesi sabah hafızların çevresindedir ve konuşmalarını dinlemektedir üçüncü hafız:

- Senin de aklın yokmuş, insan altınlarını bastonun içine koyar  mı, bak benim üzerimdeki hırkaya onu benim sırtımdan kim çıkarabilir, ben altınlarımı bu hırkanın içine dikmişim, ancak ölürsem üzerimden çıkarabilirler..

Rıfat bu kez işim zordur diye düşünür ve bir yolunu arar ki bu hafızın üzerindeki hırkasını çıkartsın, bir kere canı yanmış haksızlığa uğramış ya, gerçi haksızlığı birisi yapmış ama diğer ikisi de ses çıkarmamakla ona yardımcı olmuşlardır, hemen aklına bir çare gelir..

Mardin kapısına gider, burada "Esfel" bahçelerinden birinde bir arıcı vardır, kovanlarını buraya kurmuştur, yanında getirdiği küçük bir küp vardır, arıcıya derki:

- Şu küpümü bu arılardan doldurursan sana üç tane altın vereceğim, arıcı cana minnet bilir bu teklifi arıları bu küpe doldurmaya başlar ki küp tamamen dolacağı zaman Rıfat:

- Tamamen doldurma, üzerine bir kaymak tabaka bal bırak ki, arılar açlıktan ölmesinler..

İçi arı dolu küp Rıfat'ın elindedir, cami kapısına gelir üçüncü hafıza:

- Hafız amca der, benim bibim gilin evi bu küçededir, gideceğim ama yanımda bir küp dolusu bal vardır, şimdi gidersem bibim balı kendisine getirdiğimi sanarak elimden alır, oysa benim anam hastadır ve bal ona şifadır, biraz senin yanında kalsın gidip geleyim geldiğimde bir miktar da sana vereyim olmaz mı? der, hafız:

- Olur oğlum bırak git, Rıfat küpü bırakır ve hafızın yanında beklemeye başlar, hafız ise şöyle düşünür, 'benim karnım acıktı, bu çocuk 'gelirsem bir miktar sana veririm' dedi, öyleyse ben kendi payımı çıkarayım karnımı doyurayım, geldiğinde 'ben acıkmıştım bi kırtik yedim fazla istemem derim'

Öyle de yapmak için parmağını küpün içine daldırır, bir, iki, üç derken bal tükenir ve arılar bir anda küpten dışarı çıkarak hafızın yüzüne gözüne ve elbisesinin içine dolmaya başlarlar..

Hafız feryat etmeye başlar:

- İmdat bu arılar beni öldürecek diye..

Etrafını çevirenlerden biri 'hafızı hemen şu havuza atalım arılardan kurtaralım' der ve bu teklif uygun görülerek hafızın üzerindeki elbiseler, dolayısıyla o hırka da çıkarılır ve hafız havuza atılır.

Rıfat daha önce aldığı yepyeni bir hırkayı el çabukluğuyla hafızın elbiselerinin üzerine bırakıp içine altın dikilmiş hırkayı alıp gözden kaybolur..

Hafızı havuzdan çıkarırlar, üstünü giydirirlerken hafız bakar ki kendi hırkası değil, hemen:

- Benim hırkam nerede, ben hırkamı isterim der, halk:

- Hafız Allah'tan kork, bak yepyeni bir hırka, hafız diyemez ki benim hırkamın için çil çil altın doluydu..

Böylece Rıfat kendisine yapılan bir haksızlığın cezasını vermiş olur..

Nasıl derler? “dünya etme bulma dünyasıdır değil mi?

Selam ve dua ile