ECEL GELSE CİHANE VİRÜS OLUR BAHANE!..
- 06-06-2020 00:05
ARZ-I HAL
Dileklerim iyiden ve güzelden yanadır,
Arz-ı halim her namaz o yüce Sübhhana’dır!..
MM
GÖZLÜYORUM
ECEL GELSE CİHANE VİRÜS OLUR BAHANE!.. MEVLÜT MERGEN AMİDİ
Diyarbekir’ilerin bir sözü vardır: “yaşa yaşa gör temaşa!..” nerdeyse sekseni bulacak yaşadığım senelerin sayısı, bu zaman zarfında yaşadıklarımın bir kısmını hatıra ve şiir olarak kitaplarıma aktardım, bir kısmını da yazılarımda sizlerle paylaştım, paylaşıyorum, bazı kereler “özel” hayatımdan da söz ettim ancak geçirdiğim hastalıklar söz etme gereği duymadım.
Bir şarkı sözünü kullanarak geçirdiğim hastalıklardan söz ederek an itibariyle kapımda duran ve henüz yakalanmadığım, yakalanmamak için de “Allah’a” sığındığım Coronavirüsü kast ederek “bir ihtimal daha var, o da ölüm mü dersin” şarkı sözünde ufak bir değişiklikle çocukluk günlerimden hatta onun ötesinden başlayarak bugünlere geliş hikayemi yazayım istedim.
Çocuk felci ve çiçek hastalığının yaygın olduğu zamanda dünyaya gelmişim, tam üç yıl yürüyememişim, yürüyüp ayağa kalktığım zamanlarda ise Urfa’dan Haleb’e kadar bütün bölgede salgın olan “şark çıbanı” neredeyse gözümü kör edecek kadar ilerlemiş, bu yara yüzümde koca bir iz bırakmış ki bu gün o izi görenler Diyarbekir’li olduğumu anlıyorlar.
1956-57 yıllarında bir virüs kaplamış dünyayı ve adını “asya gribi” olarak duyurmuş dünyaya, o virüse yakalanmışım, çoğu insan o virüs sebebiyle ölürken kulunu öldürmeyen Allah öldürmemiş atlatmışım, gençlik çağına girdiğimde sanki kendimde değilmişim gibi bir halet-i ruhiye içinde iken merhum Prof. Doktor Selahattin Yazıcıoğlu beni görmüş ve “hemen yazıhaneme gel” demiş gitmişim ve boğazımdaki şişkinlik için “adenit” teşhisi konmuş.
1962 veya 63’lerde yine Selahattin Yazıcıoğlu sararan benzimi ve zayıflığımı görerek yine “yazıhaneme gel” demiş, yine gitmişim bana: “seni hastaneye yatıracağım” diyerek yatırmış ve merhum aşık Zülfü Yoldaş’la tam 39 gün aynı koğuşta yatmışım.
Hastaneye yatmadan bir gün önce sinemaya gitmiş ve hayli kan kusmuştum, yıllar sonra o gece yanımda olan merhum Necati Yandı. “senin o gece ölmediğine şaşarım” demişti, çünkü kulunu öldürmeyen Allah öldürmüyordu o hastalığımda teşhis neydi bilmiyorum, sormadım, sadece çok zayıftım, merhume Annem bana her gün bir fincan pekmez, bir tas süt içirirdi, matbaacılık gibi ağır bir meslekte çalıştığım için düzenli bir hayatım yoktu..
Yıl 1964… Düğün hazırlığı görüyorum, bir gecenin son saatlerinde acı içinde kıvranarak uyandım, o zaman 112 yok, taksi yok, sadece payton var ki o saatte bulunmaz, sabahı nasıl ettiğimi bilmiyorum, sigortalı olduğum için sigorta hastanesine gittim.
Üroloji doktoru “Fethi Somer” muayene ettikten sonra “renkli film” çekecek olana bunu öyle bağırt ki sesi bana gelsin” derken şunu istiyordu böbreklerim daha belirgin çıksın filmde..
Teşhis: “at nalı böbrek, ameliyat gerekiyor” ameliyat olmadım çünkü düğünüme 15 gün var, kulunu öldürmeyen Allah öldürmüyor..
Böbreklerim mimlendi ya, rahat durmuyorlar ve gözlerimin altını torba gibi şişirerek aynaya öyle yansıtıyorlar, göz doktoru “Şefik Yalazkan” teşhisi bırakıyor: “saman nezlesi” ameliyat olmazsam gözlerim gidecek, kulunu öldürmeyen Allah öldürmüyor.
Bu halde evleniyorum, bir yıl sonra askere gidiyorum, 1965-67 iki yıl sürüyor askerliğim, çalışıyorum, hep çalışıyorum, sağlığımı düşünecek halde değilim..
15 Temmuz 1970 Tıp fakültesinde memur olarak işe başlıyorum, böbreklerim hep benimle ya, yine hastalanıyorlar o günlerde asistan, daha sonraki yıllarda ünlü bir profesör Doktor Halil Değertekin’e gidiyorum, hala da bir sıkıntım olsa onun kapısını çalıyorum ve hiç yüzünü ekşitmiyor.
Teşhis: “nefrit” yani böbrek zarı iltihaplanması, ilaç kullanıyorum bir zaman sonra tekrar “nefrit” en son Değertekin hoca: “ameliyat olmazsan bu hastalık geçmez” diyor, kulunu öldürmeyen Allah öldürmüyor..
1972 yılında Üroloji kliniğine yatıyorum, ameliyatımı yapacak olan Doç. Dr. Yılmaz Türkeri’dir, tam üç buçuk saat sürüyor ameliyatımda bir kibrit kutusuna sığmayacak büyüklükte bir taş böbreğimden çıkarılıyor ve çıkarılamayan kısmı böbreğimde kalıyor.
O zamanın şartlarında ameliyat olduğum gece saat 24.00 doktor bana geliyor: “sana kan lazım” diyen” doktora: “ihtiyar babamdan başka kimsem yok, onu da bu saatte bulamam” deyince bana: “kaderine razı ol diyor ve ben: “kaderime razı olduğum için ameliyat oldum” diyorum, kulunu öldürmeyen Allah öldürmüyor…
Askerde iken bir olan çocuklarımın sayısı zaman içinde dokuza çıkıyor, 1994’te emekli oldum bir gün gözlerim nedense on metre ötede duran tanıdığım kişileri “flu” gösteriyor, hayret ediyorum öyle ya gözlüklerimi henüz almışım, ne çabuk bozuldular da görmeyi engellemeye başladılar.
Eve geliyor merhume eşime durumu anlatıyorum, bana “şeker olmasın” diyor kendisi şeker hastası olduğu için tahmin ediyor, sabahleyin aç iken şekerimi onun cihazıyla ölçüyorum: 398 rakamı karşıma çıkıyor ve hemen tekrar Prof. Dr. Halil Değertekin’in kapısını çalıyorum, kulunu öldürmeyen Allah öldürmüyor..
Daha sonra gözlük numarasını değiştirmek için gittiğim D.Ü. Tıp Fakültesi hastanesi göz kliniğinde göz arkasında kopma olduğunu ekrandan bana gösteriyorlar ve neticede sağ gözümün yüzde 95 görme özelliğini kaybettiğini öğreniyorum.
1983’te bel ağrılarım artıyor, ben at nalı olan böbrekten sanıyorum, Ankara’da bir dostun tavassutu ile hemşerimiz Ürolog Prof. Dr. Selahattin Çetin’e gidiyorum bana: “ameliyat gerek” diyor, çünkü taşlar çok büyümüş.
İlk böbrek ameliyatımı yapan Doç. Dr. Yılmaz Türkeri’nin Bursa’da olduğunu öğrenince ver elini Bursa diyor ve gidiyorum o da bana “ameliyat” diyor, ameliyattan korkmaya başladım, çünkü yaşlanmışım artık., masaya yatıp kalkmamak da var.
Teknoloji ve tıp gelişmiş böbrek taşları ameliyatsız kırılarak alınabiliyor, “kapalı” deniyor bu ameliyat şekline Alanya’da bir özel hastaneye gidiyorum, doktor neşter kullanmayacak ve kapalı ameliyat yapacak, iki buçuk saat ameliyat masasında kalıyorum, ameliyatım gerçekleşmiyor, çünkü kilom fazla ve cihaz “at nalı” böbreklerime ulaşamıyor kulunu öldürmeyen Allah öldürmüyor..
Bel ağrılarım beni çok fazla rahatsız ediyor, ayakta duramıyor ve yürüyemiyorum, 2014’te D.Ü. Tıp Fakültesinde bir profesör Necmettin Pembegül’e bütün hikayemi anlatıyorum ve bana. “seni ameliyat ederim” diyor ve ekliyor” kapalı olmazsa neşter kullanırım” kabul ediyorum.
Çünkü çok fazlalaştı bel ağrılarım, Perşembe günü ameliyatım gerçekleşiyor, pazartesi günü taburcu oluyorum, usta bir cerrah Pembegül hoca, “sana bir ilaç vereceğim onu bir yıl kullan prostat ameliyatına da gerek duymazsın” diyor, kabul ediyorum, böbreklerimdeki taşların yüzde yetmişi alınıyor ve gerisi kalıyor ki ve hala 2 cm. büyüklüğünde iki tane taş ultrason cihazında bana gülümsüyor..
Bu ameliyat için Antalya’da “idrar yolu enfeksiyonu” hastalığımın tedavisi için gittiğim bir hastanedeki doktor: “senin at nalı böbreği varken niçin ameliyat oldun?” diyor, demek ki doktorlar arasında at nalı böbrek için görüş birliği yok diye düşünüyorum.
At nalı böbreklerimi unuttum bu kez şekerin derdine düştüm, ilaç kullanıyorum, şeker bu yapacağını yapıyor ve ayaklarımda karıncalanmalar başlıyor endokrinolojik teşhis “nöropati” ağrılar her iki ayağımı sarıyor.
Yaş ilerlerken hastalıklar da ilerliyor, nitekim sağ ayağım bana sanki “beni ameliyat ettirmezsen artık seni taşımayacağım” diyor, çar naçar 2009 yılında sağ dizimden ameliyat ve akabinde tıp fakültesinde fizik tedavi…
Ağrılarım ameliyattan sonra da devam ediyor ve şikayetlerim hiç kesilmiyor, kesilsin için gittiğim “Gazi Yaşargil” araştırma hastanesinde kendimi “heyet raporu” veren odanın önünde buluyorum.
Üç aydan fazla ne çektim o raporu alasıya kadar, oysa ben istememiştim, nihayet rapor elime geçince “yüzde 84 engelli” olduğumu anlıyorum, kulunu öldürmeyen Allah öldürmüyor.
Bugüne geldiğimde % 84 engelliyim ya soranlara “motor hariç “pert” olmuş araç gibiyim” diye kendimi anlatıyorum, 65 yaş üzerini çoktan aşmışım ki şimdi 75 yaş üzeri olanlardanım.
Bu halimle “sosyal” etkinlik olan kitap fuarına katılıyorum, bulunduğum standa gelen İl Sağlık Müdürü Sait Avar durumumu görüyor ve benim “evde sağlık hizmeti” almam için talimat veriyor.
Ve ben şimdi, evden çıkmam “yasak” olmasa da çıkamıyorum, çıkabildiğim zamanlarda araba ile Cuma namazlarına ve kabristana gidiyordum şimdi sadece o günlere kavuşur muyum sorusunu kendime soruyorum, çünkü kulunu öldürmeyen Allah ona bir ömür biçmiş, o süre bitince de emanetini alacağını yüce kitabımızda bildirmiş.
Geçirdiğim bunca hastalığın hikayesini anlatmamdaki amaç ise “kulunu öldürmeyen Allah öldürmüyor, o zaman sormak istiyorum: bu kadar hastalığın sebep olmadığı ölümüm için “bir ihtimal daha var, o da virüs mü ne dersiniz?”
Coronavirüsten korunmak için sıralanan 14 maddenin arasında idi elleri sabunla 20 saniyeliğine yıkamak önerisi, bunca hastalıkla bu yaşa gelmişiz, tedbirde kusur etmeyelim demiş ve ellerimizi sabunla sık sık yıkamışız, her gün ekranlarda gece gündüz demeden konuşan onca bilge kişilerden hiç biri dememiş ki “dikkat edin ellerinizde “egzama” oluşabilir, şu anda ilaçlarını kullanmaya başladığım egzama hastalıklar zincirimin son halkası mıdır yoksa daha “yaşa yaşa gör temaşa” kabilinden daha göreceklerim var mıdır?
“Ecel gelse cihane, baş ağrısı bahane” darb-ı meseline rağmen nedense insanlarda huy olmuş, her ölenin arkasından yine de sorarlar: “hasta mıydı, nesi vardı?” diye, ölenin yakınları da “yaşlıydı, ömrünü tamamlamıştı” demezler de “at nalı böbreği, prostatı, nöropati ağrıları, bel fıtığı, gözleri iyi görmüyordu” derler, bu günlerde ölenlere de coronavirüsten öldü derler!...
SELAM VE DUA İLE