SUR İÇİNDE BİR KÜÇE VARDI!..

SUR İÇİ Çocukluğumun şehri, saçlarımı ağartan Sur içi terk edilmez hatırası yaşatan!

SUR İÇİ

Çocukluğumun şehri, saçlarımı ağartan

Sur içi terk edilmez hatırası yaşatan!..

MM

GÖZLÜYORUM

MEVLÜT MERGEN AMİDİ

Bazıları bize sorarlar: “o kadar çok aktüel konu varken sen neden hep Diyarbekir diye yazıyorsun?” onlara şöyle cevap veriyorum: çünkü bizim aktüalitemiz Diyarbekir’dir, çünkü biz bu şehre sevdalanmışız, onu yazmayıp da ne yazacağız?

Hem sonra bu şehirde yaşarken unutamadığımız hatıralarımız bizimle birlikte toprağa mı gömülsün, bilmesin mi yeni Jenerasyon o hatıraları, nitekim bugün sözünü ettiğimiz küçe daha birçok küçe gibi artık yok, bir zamanlar vardı, yazılarak anlatılmazsa kim nasıl bilecek?

Nüfusu değil iki milyonu, beş on milyonu bile bulsa bana göre Diyarbekir demek sur içi demektir derim, böyle düşünür ve inanırım, sur içine gitmek isteyenlerden birisi şöyle bir şey anlatmıştı:

“Ben henüz açıldığı günlerde Ninova AVM’nin önünde yarım saate yakın bir zaman bekledim, Dağ kapısına doğru gidecek  ne otobüs geldi, ne minibüs, bir iki minibüs geldi ise de hem dolu olduğu için, hem de ilçe minibüslerinin orasını durak yeri olarak kullanmaları sebebiyle duracak yer bulamadılar ve  hızla çekip gittiler, mecburen  bir belediye otobüsüyle önce üniversiteye, oradan da yine bir belediye otobüsüyle dağ kapısına varabildim” Doğruydu o şahsın anlattıkları, ancak konumuz  şehir içi  ulaşımla ilgili olmadığı için esas konumuza dönebiliriz.

Söyleşimize konu başlığı olarak “Sur içinde bir küçe vardı” dedik ya, o küçeyi anlatalım, ancak bilinmelidir ki şimdi o küçe yerinde durmuyor olsa da bizim içinde dünyaya gözümüzü açtığımız evimizin ve  birçok komşu evinin yerinde yeller eser.

Biz 1990 yılına kadar o küçeden uzaklara gönderdiğimiz mektup zarfının üzerindeki “gönderen” kısmına şöyle yazardık: “Fatih paşa mahallesi Bıyıklı Mehmet Paşa Sokağı”  bir gün o sokağın özlemi içime düşünce “yasaklı günlerde” gidip görmek istedim.

Yoğurt pazarından o sokağa doğru yürümeye başladım, istiyordum ki evimizin bulunduğu yere kadar gideyim, fakat olmadı, 20 metre kadar yaklaşmıştım ki yol kapalıydı, bulunduğum noktada durup o küçenin aşağısına doğru baktım, baktım ve hüzünlendim.

Çünkü bizim evimiz yerinde yoktu, bitişiğimizdeki evler de yoktu, sadece rahmetli “Faik” amcaların evi vardı,  vardı dediysem, gördüğüm kadarıyla vardı, bu ev bir saray gibiydi, ne hatıralarımız vardı o evde, rahmetli Faik amca’yı, eşi Vasfiye teyzeyi o evde çok görmüştük.

Allah gani gani rahmet eylesin çok şakacı bir hanımdı Vasfiye teyze, bütün mahalle o kadını severdi, toplardı etrafına mahallenin kadınlarını onlara çay ikram eder, sohbetlerde bulunurdu da kocası yakınırdı: “bir haftada bir paket çayı (100 gram) tüketmiş” diyerek..

Bir genç oğulları vardı Vasfiye teyzelerin, hastalandı, gencecik yaşta vefat etti de acısı hala yüreklerimizde yaşayan “Nezir çok genç yaşta öldü” diye hatırlarız..Şu anda kanatları olmayan ve sadece pencereleri görünen o ev daha sonra satıldı.

O evin bitişiğindeki “Hüseyin efendi” ve Mutaf’ların evi de vardı, vardı diyorum, belki iskeletleri hala vardır bu tarihi evlerin..

O gün yirmi metre kadar daha yürüyebilse idim, bir zamanların şarap imalathanesi olan “Pakradun Arat”ın evi duruyor mu, yoksa yıkılmış mıdır onu da anlayacaktım.

İlk sahiplerini anıyorum bu evlerin son sahiplerinden bazılarının hayatta olanları vardır, “Sadun ağa”nın iki tane evi vardı o küçede bir zamanlar “Dağıstan’lı Seyyid baba” da o küçede otururmuş..

O Küçede öyle bir ev vardı ki “gül çiftliği” gibiydi, yetmişten fazla gül çeşidinin yetiştirildiği evdi merhum “Ano’nun oğlu tenekeci Said”in evi, yalnız gülün mü yetmişten fazla çeşidi vardı, hayır, çiçekler de öyle sayısız, gül ve çiçek doluydu o evin avlusu, biz çocuktuk kapısı açık olduğunda hayran hayran bakardık…

Prof. Dr. Nihat Hatipoğlu’nun merhum dedesi Müftü Molla Halil Özaydın’da o küçede otururdu, yoğurt pazarından itibaren evine kadar giderken kimseler önüne geçmezdi, geçmek durumunda olanlar olsaydı, duvarın tam dibine yaklaşır yan yan giderek hocaya selam verir, “saygı” gereği öylece hızlı hızlı geçerdi.

İki tane fırın vardı o küçede, birisi harabeydi sonradan yenilendi, diğeri ise biz bildik bileli vardı ve “Çirik fırın” diye bilinirdi de sahibi “Selim Aslan”ı herkes fırından daha çok onu bilirdi…

Bazen sokak, bazen küçe diyorsak her iki sözcüğü de geçmişte ve günümüzde hep kullandığımız için diyoruz, Bıyıklı Mehmet Paşa sokağı çok işlek bir sokaktı, onun için bir çok ev ufak tefek değişiklikler yapılarak dükkanlar açıldı, süslü Ahmet” in dükkanı “ahşap”  bir baraka idi, ama gaz ocağı tamircisi Remzi Taylan’ın dükkanı evlerinin mutfağından dükkana çevrilmişti.

O Küçede bazı evlerin mutfakları, ya da bazı odaları dükkana çevrildikten sonra o küçede esnafı da görmek mümkün oldu, nitekim Radyocu Eşref Atay’ın dükkanı hemen karşımızda idi, onun dükkanından  dinlerdik rahmetlinin sokak boyunca yükselen sesini, bilirdik ki “Haluk Güzelses” Eşref Atay’ı ziyarete gelmiş, isimlerini anmamızdaki amaç ise onları rahmetle yad etmek içindir.

Bu şehrin ilk sağlık ocaklarından birisi o küçede açılmıştı, o sokakta her gün şöyle bir ses duyulurdu: “Bağdat’ın kapısın Genç Osman açtı/Kelle koltuğunda üç gün dolaştı” o sesin sahibine biz kısaca “Sofu Arde” derdik, tepeden tırnağa beyaz giyerdi, elinde “çögen”iyle  yürüyen bilgisayardı adeta.

Sorduğumuz da Kurban bayramına kaç ay  var? diye o bize bırakınız ayını gününü, saatini bile söylerdi, ramazanlarda iftara ne kadar var, ya da bayrama kaç gün kaldı sorularımızın cevabını ondan alırdık.

Bütün bunları niye anlattım bilir misiniz? Birisi şöyle bir soru sordu küçede ne vardı ki son yazdığın kitabına “ben küçemi özledim” diye isim bırakmışsın?”

Bilmiyorum yukarıdan beri anlattıklarımla bir küçeden, sadece bir küçeden  birkaç ev ve isim andık, acaba bütün bir Sur içini anlatmak mümkün müdür?

Olmadığını imzamızı taşıyan: “Sende arıyorum Diyarbekir’i, Manzum Diyarbekir Hikayeleri, Bibi’nin Diyarbekir feryadı 1-2, Peygamberler ve sahabeler şehri Sevdam Diyarbekir, Ben küçemi özledim” ve henüz basılmış olan “on gözlüdür gamzedeler köprüsü”  kitaplarımız söylüyor ki bunlar sadece bizim imzamızı taşıyor.

Başta rahmetli Av. Şevket Beysanoğlu olmak üzere, M. Şefik Korkusuz ve diğer yazarların kitaplarını da varın siz kıyaslayın ve bir şairin şu sözünü de hiç unutmayın: “Dicle nehri mürekkep olsa Diyarbekir sevdasını anlatmaya yetmez”

UNUTMA : MASKE – MESAFE VE DUA

Selam ve dua ile.
SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ
BUNLAR DA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
Üzgünüz ilginizi çekebilecek içerik bulunamadı...
ÇOK OKUNAN HABERLER