KEÇİ BURCU HİKAYELERİ -3- DİCLE'DE KAYBOLAN HAYALLER

Bunca yıllık evliydiler, bir türlü çocukları olmuyordu Ahmet ve Gülşen çiftinin, oysa öylesine özlemiyle doluydular ki bir çocuğun, içlerinde bu arzu günden güne büyürken, bir taraftan da "demek ki yü

Bunca yıllık evliydiler, bir türlü çocukları olmuyordu Ahmet ve Gülşen çiftinin, oysa öylesine özlemiyle doluydular ki bir çocuğun, içlerinde bu arzu günden güne büyürken, bir taraftan da "demek ki yüce yaratıcı böyle istemiş, eğer o dileseydi bizim de herkes gibi bir bebeğimiz olur, onu kucağımıza alır, sever okşardık, büyüdüğünde ise en iyi şekilde yetiştirirdik" diye düşünüyorlardı.
Teknoloji tıp alanında da gelişmiş, yeni yeni yöntemler çıkmış, onlar gibi çocuğu olmayan aileler bu yöntemlerden yararlanıyorlardı, bazıları bebek sahibi olabiliyorlardı, ama Ahmet ve Gülşen çifti bu yola başvurmak istemiyorlardı: "Verecekse Allah kendi lütuf ve kereminden versin" diyorlardı.
Şunu da inkar etmiyorlardı, "Tüp bebek gibi yöntemlerle dünyaya gelen bebekler de muhakkak Allah'ın lütfundan, kereminden idi, ama onlar biraz ayrı düşünüyorlardı da bu yeni yöntemlere başvurmak fikri kafalarında oluşmuyordu.
Bir bahar gecesiydi, Gülşen hanım içinden: "Allah lütuf ve kerem sahibidir, elbette ki bizim bu isteğimizi de verir" dedi ve iki rekat istihare namazına durdu, çünkü içindeki bu arzu ile ömür boyu yaşayamazdı, olacaksa olsun, olmayacaksa umudu son bulsun diye niyetlendi.
Gülşen hanım bu duygular içinde girdiği yatağında bir rüya görüyordu, kendisi ve eşi Diyarbekir'e çok uzak olmayan ve Siirt ile Bitlis arasındaki üçgende bulunan bir ziyaretteydiler, ziyaret asırlardan beri orada idi, kendileri gibi çokları da vardı o türbeye gelenler arasında.
Ziyaretlerini yapmış, fatihalarını okuyup dualarını iletmişlerdi Allah'a: "Allah'Im şu anda huzurunda bulunduğumuz bu yüce zat hürmetine sana malum olan isteğimizin kabulünü niyaz diyorum"
Gülşen hanım bu rüyanın arkasında gözlerini açınca yatağında olduğunu ve bir rüya gördüğünü anladı, melul ve mahzun olmadı, aksine bir sevinç doldu içerisine, "inşaallah hayırdır bu rüya" diyerek kocasına anlattı, kocası Ahmet bey:
- Hanım neden gerçek olmasın bu rüya, var mısın yarın tatil günüdür arabamızla gidip bu zatı yerinde ziyaret edelim?
- Elbette varım, bende senden bunu isteyecektim, sen kendiliğinden söylemiş oldun.
Ertesi sabah erkenden yola çıktılar ve Sevgili peygamberimizi ziyaret için anasından izin isteyen ve fakat kendisine anası tarafından:
- Git fazla eğlenme, ya evine git, ya da mescidine, birinde bulamadınsa ikinciyi deneme, çünkü benim senden başka bana bakacak kimsem yok..

Yemen'in Karen köyünde yaşayan "Üveys" anacığının bu sözleri üzerine çok zor yol şartlarını aşarak geldiği sevgili peygamberimizin evinin kapısını çaldığında kendisine: "efendimiz (s.a.v) şu anda mescittedir denilince anasının sözlerini hatırlayıp ziyaret etmeden geri dönen, Sahabe-i Kiram'dan olma fırsatını böylece kaçırıp tabiinden olan "Üveysü'l - Karani" hazretlerinin medfun bulunduğu ziyaretgaha geldiler.
Ziyaret mahalline geldiklerinde Gülşen hanım buraları rüyasında gördüğü gibi buldu, sanki buralarda önceden gezmiş, dolaşmıştı, her tarafını biliyordu caminin, vakit geçirmeden abdest alıp namaz kıldılar ve dualarını yaptılar..
Karanlık çökmeden tekrar Diyarbekir'e evlerine döndüler, o ziyarette duydukları hazzı ve mutluluğu unutamıyorlardı, ikisinin yüreğindeki çocuk özlemi şimdi daha da büyümüş, ümitleri daha da artmıştı.
Gülşen hanım her gün kendisini kontrol ediyor, bir değişiklik var mı diye bekliyordu, beklediği değişiklik bir gün olmuştu, çünkü hamilelik emareleri vardı hal ve hareketinde, hemen Ahmet'i telefonla arayarak:
- Çabuk gel, ben kendimde değişiklik hissediyorum, bir hekime gidelim, ihtimaldir ki hamileyim.
O ihtimal gerçek çıkmıştı, gittikleri bayan hekim: " kaç yıldır evlisiniz?" diye sorunca Gülşen hanım:
- On beş yılı buldu evliliğimiz cevabını verdi, bayan hekim:
- Gözünüz aydın, hamilesiniz, deyince attığı sevinç çığlığını dışarıda sabırsızlıkla bekleşen Ahmet'le salonda bulunan başkaları da duymuştu..
Gülşen hanım "nur topu" gibi bir erkek evlat doğurmuştu, adı zaten hazırdı "Veysi" diye çağırmaya başladılar, komşuları olan yaşlı bir teyze, Gülşen hanıma:
- Kızım bu çocuk o yüce zat sebebiyle Allah tarafından size bahşedilmiş bir lütuftur, gerektir ki siz her yıl o zatı ziyarete gidesiniz, orada kurbanlar kesesiniz, çocuğun saçlarını da yedi yaşına gelinceye kadar uzatasınız, çünkü buralarda gelenek böyledir.
Geleneğe uydular, Veysi'nin saçlarını yedi yaşına kadar kesmediler ve her yıl Kurban bayramında ziyarete giderek kurbanlarını kestiler..
Bundan böyle bütün dikkatleri "Veysi"nin üzerinde idi, onu okutmak, okuturken yalnız dünyasını değil, öte alemdeki ebedi mutluluğunu da sağlamak için "din"ini de öğretmek için gayret gösteriyorlardı..
Keyiflerine ve mutluluklarına diyecek yoktu, zaman böylece akıp gidiyordu, mevsim yine bahardı, bütün Diyarbekir tatil günü olması dolayısıyla pikniğe çıkmışlardı.
Ahmet, Gülşen ve Veysi üçlüsü de bu güzel pazar gününü değerlendirmek, kırlara açılmak, menekşeleri, nergisleri toplayıp Diyarbekir'in meşhur "Muhammedi güllerini" koklamak istiyorlardı, şimdiye kadar gitmedikleri bir piknik yerine gitmeyi kararlaştırdılar.

Sahabe-i Kiram'dan olduğu söylenen "Seyfü'l Mülük"e gittiler..
Bazı gençler Dicle nehrine girmek, yüzmek için hazırlanırken henüz on üç-on dört yaşlarında olan Veysi de:
- Bende nehire girmek yüzmek istiyorum, deyince, hem Gülşen hem de Ahmet karşı çıkmışlar:
- Oğlum su burada coşkun akıyor, hem de çok derindir, bizi dinlersen girmezsin, demişlerdi ama içlerinden de : "Gençtir, arzu ediyor, fazla karşı çıkmayalım" diye de düşünüyorlardı.
Veysi ana-babasının endişesini haklı bulmuştu, kendilerine:
- Fazla ilerilere gitmem, kenarda biraz yüzer çıkarım, demişti.
Meğerse o kenar denilen yer nehrin en derin yerlerinden biri imiş, Veysi girdiği bu nehirden bir daha çıkamamıştı.
Gülşen ve Ahmet çiftinin gözyaşları Dicle nehrini sanki biraz daha kabartmıştı, Veysi'nin geleceği için kurulan hayallerin tamamı bu nehrin sularına kapılıp gitmişti.
Her ikisinin de ızdırabı dayanılmaz olmuştu, ne yediklerinden, ne içtiklerinden bir şey anlamıyorlardı.
Gülşen hanım bu olayın sırrını çözmek istiyor, böylece derin düşüncelere dalıyordu.
Bir gün kocası Ahmet'i teselli etmek, böylece kendisi de teselli bulmak için şöyle dedi:
- On beş yıldan sonra Allah bize bir evlat verdi ve onunla dünya mutluluğunu tattırdı, şimdi emanetini geri aldı ve bize şöyle demek istedi Rabbimiz, "siz dünya mutluluğunu tattınız, henüz rüşdüne ermemiş, günah nedir bilmeyen oğlunuzu aldım ki yarın onun vesilesiyle cennetime giresiniz, ebedi mutluluğu da tatmış olasınız" bu sözler Ahmet'i daldığı derin üzüntüden uyandırmış, yüz hatlarında tebessüm belirmiş ve:
- Doğru söylersin hanım, geçen gün camide hoca va'zederken: 'Müslümanların çocukları vefat ettiğinde Hazret-i Allah o çocuğun cennetine konulmasını emreder, çünkü günahsızdır, masumdur, fakat çocuk cennete girmek istemez, melekler kendisine: 'niçin girmiyorsun?' diye sorduklarında o 'Annem, babam olmadan ben cennete girmem' diyecektir, bunun üzerine melekler: 'Ya Rabbi, sana malum bu çocuk cennete girmek istemiyor, ana-babasını istiyor deyince kullarını çok seven rahmeti geniş Rabbimiz:
'O'nun ana-babasını da cennetime koyunuz' diye emreder" dedi, sen doğru söylersin hanım, doğru söylersin, inşaallah biz "Veysi"miz vesilesiyle bu dünya sınavını kazanmış olacağız, hem sonra dünya herkes için bir sınav yeri değil midir?"
Gülşen hanım:
- Bir yüce zatı ziyarete gittik, çocuk sahibi olduk, yine bir yüce zatı ziyaret ettik, çocuğumuzu kaybettik, demek ki murad-ı ilahi böyle imiş, sabredeceğiz ki esas muradımıza, Veysi'mize kavuşalım!..
SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ
BUNLAR DA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
Üzgünüz ilginizi çekebilecek içerik bulunamadı...
ÇOK OKUNAN HABERLER