DİYARBEKİR VE SEVDAMIZ UNUTULMASIN İSTİYORUZ!.. (2)
İLK SÖZ Ş E H İ R Şehir insan gibidir, unutulmak istemez, Tarih ve kültürünü hiç bir kalem silemez!
- 15-10-2020 12:54
Ş E H İ R
Şehir insan gibidir, unutulmak istemez,
Tarih ve kültürünü hiç bir kalem silemez!..
MM
GÖZLÜYORUM
DİYARBEKİR VE SEVDAMIZ UNUTULMASIN İSTİYORUZ!.. (2)
MEVLÜT MERGEN AMİDİ
“Ben küçemi özledim” kitabımızı oluştururken, bu söyleşiyi izleyen diğer söyleşilerimiz okunduğunda görülecektir ki bütün konuların ana "tem"ası "Diyarbekir'in sur içi"dir, çünkü bize göre bu şehrinde her "sengine bir acem mülkü feda" edilebilir.
Ayasofya kadar, hatta ondan daha eski bir tarihe ve manevi değere sahip "Ulu Camii" sur içindedir, son zamanlarda Anadolu'da "sahabe harita"sını çıkaranlar gördüler ki hiçbir şehirde "yirmi yedi tane Sahabe-i Kiram'ın (r.a.) mübarek makberi bir arada bulunmamaktadır"
Denilir ki; "Mimar Sinan" daha İstanbul'da ün'lenmemişken ilk eserlerini Diyarbekir'de inşa etmiştir ki bunların başında gelir "Behram Paşa, Ali Paşa, İskender Paşa, Bıyıklı Mehmet Paşa (Kurşunlu Cami) ve Melek Ahmet Paşa" mabetleri, bu saydıklarımızın tamamı olmasa bile önemli bir kısmında o büyük ustanın "çıraklık" dönemi imzasının olduğu söylenir.
Diyarbekir'in müslümanlar tarafından fethine baktığımızda görürüz ki sur içindeki "kilise"lerin tamamı İslam öncesi zamana aittir, tarih bize, Evliya Çelebi'nin tam dört bin adım olarak bildirdiği "İçkale"yi "Kanuni Sultan Süleyman"ın yaptırdığını söylese de çevresi beşbin metreyi bulan ve bazılarının "altın" olarak nitelediği bizim de altından daha değerli kabul ettiğimiz "bazalt taşı" ile örülmüş "kalkan"balığını anımsatan bilezik şeklindeki surlarının hangi zamanlarda yapıldığını o tarih bize söylemiyor da her birine bir acem mülkünün feda edilebileceği "taş'larına sorunuz" diyor, yani Diyarbekir'in mabetlerinin, surlarının ve diğer tarihi yapıların taşlarının konuşacağını bize haber veriyor.
Peki biz ne yapıyoruz, o taşlara sormaya "cesaret" edebiliyor muyuz, çünkü o taşların gerçekten "dile" geleceğinde bize kızıp azarlayacağını biliyoruz, "envanter"inde olanları "restore" eden Vakıflar idaresi ve diğer "resmi" kurumlar çok büyük manevi değere sahip olduğu halde "envanteri"inde olmayan türbe ve diğer mabetlerin onarımını üstlenmiyor, bir misal;
Diyarbakır Valiliğince 2011 yılında Yard. Doç. Dr. İrfan Yıldız'ın "editör"ü olduğu "Medeniyetler Mirası Diyarbakır Mimarisi isimli" kitabın 349. sahifesinde: '"İmam Akil (Ukayl) türbesi" başlığı altında bilgi verilirken: Merkez Sur ilçesi Çarıklı beldesi Adaklı (İmam Akil) köyü'ndedir. Adaklı köyünün merkezden uzaklığı 12 km.dir. 1316/1898 tarihli Diyarbakır Salnamesinde 'Eizze-i Kiram'dan İmam Akil (Ukayl) Diyarbakır'ın garp nahiyesinde İmam Akil köyünde medfun olduğu bilgisis vardır.
Bu bilgilerin yanı sıra bu türbe hakkında daha fazla bilgi sunularak türbenin mescidinin harap halde olduğu ve yeniden inşa edildiği" belirtilen belgelerle de sabittir ki Hz. Ali'nin (k.v.) kardeşi "Ukayl b. Ebi Talib"in kabri Diyarbekir'dedir, halk bu türbede medfun bulunan zat için "İmam Akil" diyor tıpkı Hazret-i Ali'ye "İmam Ali" dediği gibi.
Diyarbekir halkıın bir zamanlar iyileşsin diye "akıl" hastalarını götürdüğü bu türbe öylece "Adaklı" köyündeki kabristanın içinde bilinmezlik ve terk edilmişliğiyle durur, düşününüz lütfen Sevgili Peygambermizin (s.a.v) sevgili kızı Hazret-i Fatıma'nın (r.a.) eşi, aynı zamanda yine sevgili peygamberimizin amcasının oğlu olup hayatta iken cennetle müjdelenmiş on kutlu insandan biri olan "şanı yüce" Hz. Ali (k.v.)in kardeşi "Ukayl b. Ebi Talib"in makberi bir başka şehirde olmuş olsa idi böyle mi olurdu, yoksa bütün ülke bu manevi dinamikten haberdar mı olur, fevç fevç insanlar onun ziyaretine mi gelirdi? Cevabını siz verin lütfen!..
Bununla ilgili bir başka belge isteyenlere sunalım: "Osmanlı belgelerinde Diyarbakır" belgenin tarihi 1906, s. 297'deki açıklaması aynen şöyledir: "Hz. peygamber (s.a.v.)'in amcasının oğlu Akil (r.a.)'in Diyarbekir Vilayetinin Amid nahiyesinde bulunan mescidi ile türbesinin bağlı bulunduğu vakfın diğer vakıflar gibi müdahaleden istisna tutulması konusunda Maliye Nezareti tarafından Sadarettten talebini içeren belge"
Dilimizde "tüy" bitti yıllarca söyledik "sur içini" bir açık hava müzesi haline getirelim diye, tarihi evlerin çoğu yıkıldı gitti, yerlerine "ucube" binalar yükseltildi, bunları yıkalım, yerlerine "yeşil alan"lar yapalım diye, ayakta kalabilen tarihi yapıların dışında hiç bir "ucube" bina kalmasın sur içinde, sadece bir turizm şehri olsun burası, iç kale'deki mevcut "Sahabeler camisi"nin civarını yeniden inşa edilecek "başka" mabetlerle zenginleştirerek "inanç turizmi merkezi" haline getirelim diye, biz yazdık, biz okuduk sözlerimizi..
"Tarih"ten değil, "tarihin kendisinden sorulduğu şehir"dir Diyarbekir'in sur içi, resmiyetin yeni adlandırmasıyla "sur ilçesi"ne denebilir ki bütün ülke, dolayısıyla bölge halkı hep "Şarkın Parisi" derdi, tarih öncesinden gelen bir yaş'a sahip olan bu şehir, sırtında taşıdığı 30'dan fazla medeniyetin ağır yükü ile "koca"lmış, deyim yerinde ise "beli bükülmüş"tür de adeta "Şarkın Paris'i değil de varoşu" durumuna gelmiştir.
Sevindirici olan ise, bugün sur içinin "hal-i pürmelal"i, keşfedilmiş, yıkılanların, yakılanların yeniden inşaasına karar verilmişir, henüz girilemeyen sokakları olan sur içinin ne zaman istenen şekle geleceğini kestirmek gayet zordur, çünkü deyim yerinde ise "ölü ayağa kaldırılmak" isteniyor.
"Umut fakirin ekmeğidir" derler ya, bizde yüklendiğimiz umudu yitirmeden "sabır"la beklemeye başladık, amacı "dün"ü unutturmamak olan yolculuğumuza "devam" etmek istedik, istedik ki herkes bilsin Diyarbekir'in "dün" nasıl bir "gül" şehri olduğunu, hemen her evinde çeşit, çeşit güller yetiştirildiğini biz söylemiyoruz, "Matrakçı Nasuh" söylüyor.
"Çayda çıra"nın kenarlarında "reyhan bağları"nın bulunduğu Dicle nehri üzerinde nasıl güllerle, çiçeklerle, meşa'lelerle oluştuğunu "Evliya Çelebi" söylüyor, "Osmanlı Belgelerinde Diyarbakır" (s. 272-273-274) söylüyor, "helal olsun Antalya'ya" başka ne denir, Antalya'yı ziyaretlerimin birinden dönerken şöyle demiştim;
"Antalya'daki evlerin balkonları bile bir çiçek bahçesi" bunu derken Diyarbekir "sur içi"nde yitirdiğimiz güllerin, çiçeklerin özlemini çekmiştim, mübalağa etmiyorum, sokağımızda bir evde rahmetli "tenekeci Sait"in evinde her çeşitten onlarca gül varken, 70'in üzerinde çiçek çeşidi bulunduğunu o zatın hayatta olan yeğeni "Abdülkadır Ilgaz" söylüyor..
Bunu da "salname"ler yada resmi arşivler söylüyor, 1899 ya da 1900 yılında Diyarbekir'de yetişen güller artık "ticarete, sanayiye dönüşsün" için Ziraat Bakanlığı tam 100.000 adet gül fidanı gönderiyor Diyarbekir'e, fakat "imbik yok" diye istenilen sonuç alınamıyor ve 1935'de gül ile tanışan İsparta Diyarbekir'in "gül şehri" ünvanını elinden alıyor ve bugün bu güzel çiçekten elde edilen ve dünyanın gerek duyduğu "ıtriyat" ürünlerinin yüzde yetmişini kendisi üretiyor, ne denir "helal olsun İsparta'ya" demekten başka!..
Bir Diyarbekir halk türküsünün sözleri şöyle başlar: "damda puşi işlerem/kız yanağın dişlerem/seni bana verseler/saçıni gümüşlerem" bu türkü öyle uyduruk bir türkü değil, çünkü Diyarbekir "ipek"çilikte ve ipekten imal edilen "puşi"cilikte adını dünyaya duyurmuş bir şehirken bugün (bakınız Osmanlı belgelerinde Diyarbakır s. 281) "Bursa" ipekçilik" dendiğinde akla gelen şehir oluyor, ne denir: "helal olsun Bursaya" demekten başka? Komşu il "Elazığ"a da bir "helal olsun" diyelim mi, sözlerini kendileri yazıp besteledikleri "çayda çıra"yla anıldıkları için?
"Dert adamı söyletir"miş ne kadar doğru değil mi, ne kadar çok söz söyledik sözün başından şu ana kadar, söylediklerimizi belki bugün okuyanlar çıkmaz, çıksa da kaale almaz, ama "birgün" birilerinin söylediklerimize "değer" vereceklerine bu şehrin de bir "sengine" bir acem mülkünün feda edilebilecek değerde olduğuna, yüreklerde bu inancın yer tutacağına inanıyor, bunun "umut" ve beklentisi içinde olduğumuzu belirtmekle yetiniyoruz.
UNUTMA : MASKE – MESAFE VE DUA
Selam ve Dua ile
SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ
BUNLAR DA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
Üzgünüz ilginizi çekebilecek içerik bulunamadı...