İLK SÖZ
E K M E K
Onu elde etmeye “kavga” dahi ederiz,
Nan-ı aziz” de deriz, peşi sıra gideriz!..
MM
GÖZLÜYORUM
EKMEĞİMİZ
MEVLÜT MERGEN AMİDİ
Atamız Hz. Adem (a.s.)’ın annemiz Hz. Havva ile birlikte cennetten dünyamıza gönderilişlerindeki sebep olarak da gösterilir “buğday ağacına” dokunmaları, ondan bir miktar yemiş olmaları..
Demek ki, Hazret-i Adem’den bu yana dünyamız buğday ile tanışmış ve onunla karnını doyurmuştur, rivayete göre de, ilk buğday, üzerinde yaşadığımız topraklar üzerinde “Ergani ve çevresinde” yetişmiş ve buradan da dünya buğdayı tanımıştır..
Buğday unundan yapılan ekmeğe “beyaz ekmek” denilir, nitekim saadet asrına, sevgili peygamberimizin (S.A.V.) zamanına baktığımızda insanlar bu beyaz ekmeği bulduklarında yedikleri arpa, çavdar gibi diğer hububatlardan yapılan ekmeklerin üzerine “katık” yaparlarmış.
Bölgemiz denebilir ki, ülkemizin hububat, dolayısıyla buğday ambarıdır, bu özelliğini ötelerden beri sürdürmüş ve hala da sürdürmektedir, Konya ovasını hariç tutarsak en çok buğdayın yetiştirildiği yer olarak bu bölgeyi gösterebiliriz.
Değerli araştırmacı yazar M. Şefik Korkusuz’un “bir zamanlar Diyarbekir” adlı eserine baktığımızda bu şehre gelmiş bütün seyyahların bir tek noktada buluştuklarını görürüz, o nokta da bu şehirdeki damak tadı ve dolayısıyla ekmeğidir.
O seyyahlar anlata, anlata bitiremezler bu şehirdeki damak tadını ve ekmeğini, konumuz onların yaşarken vardıkları tadı, lezzeti anlatmak olmayıp, hatırlatmak ve bizim de bu şehirde yaşadığımız ve halen yaşamakta olduğumuz ekmek kültürümüzü dile getirmektir.
Denecektir ki, her ilin, her kasabanın ve hatta her köyün kendine özel bir kültürü ve ekmeği vardır, doğrudur, ancak ekmeği ve damak tadı bu şehir kadar dillere düşmüş, övülmüş, anlatılmış bir başka şehir var mıdır, bilmiyoruz?
Trabzon’un “taş fırın” ekmeği henüz dillere düştü, oysa Diyarbakır’da fırınlar taş fırında ve meşe odunu yakarak pişirirlerdi “nan-ı aziz” dediğimiz bu nimeti..
Ramazan ayı geldiğinde büyük şehirlerde gelenekleşen bir “pide” alışkanlığı vardır ki, Diyarbekir fırınları yıl on iki ay o pideyi pişirirler, üzerine de “kara çörek otu” serperlerdi ki,
o bitkinin ne kadar şifa yüklü olduğunu da bilirlerdi.
Bu gün maalesef kara çörek otunun yerine “susam” serpilmektedir ki, susamın çok yağlı olmasıyla şişmanlatma özelliği vardır.
Bundan otuz-kırk yıl öncesine kadar Diyarbakır fırınlarında “somun” ekmeği pek yoktur, sadece Hançepek’teki “askeriye fırınında” bir çeşit somun ekmeği pişirilirdi, bu ekmek yuvarlak, simit şeklindedir ve biraz da ekşimsidir, unutulmamış olacak ki günümüzde bazı fırınlarda bu ekmek çeşidine de rastlamaktayız.
“Lavaş” ekmeği, en çok yenilen ve istenilen bir ekmektir, ilk zamanlarda çok da uzundur, hatta bir ara Diyarbekir’e gönderilip şimdiki Dicle üniversitesi alanında bulunan Dicle kıyısındaki “yeni köy”e yerleştirilen “Bulgar muhacirleri” ekmek aldıklarında sorarlarmış: “ekmeğin metresi kaça?” diye..
Sonradan bu uzunluk, bu şehirde “pide” diye adlandırılan ve “loş” diye tanıtılan ekmeklere geçti ki, bu ekmeği daha ziyade lokantalar ve çiğ köfteciler sunmaktadırlar müşterilerine..
Tekrar günümüze baktığımızda adeta “tek tip” ekmek üretilmektedir, şekli oval olup, çok az tırnaklanarak pişirilmektedir.
“Somun” ekmeğini de tanımış olduk, fabrikamsı fırınların hizmete girmesiyle “francala” adını bu şekilde öğrendik..
Sözünü ettiğimiz zamanlar kırk-elli yıl öncesini yansıtırken, günümüzde milyonu aşkın bir nüfusun yaşadığı Diyarbekir fırınlarına baktığımızda vatandaşın, yıllar yılı süren bir geleneği devam ettirdiğini de görürüz.
Şöyle ki, evde hazırlanan hamur “teştlere” konur, üzerine bir miktar un bırakılarak fırına gönderilir ki, fırıncı bunu “mahalle ekmeği” olarak pişirir..
Mahalle ekmeğinin pişirilmediği fırın hemen, hemen yok gibidir.
Bir de şehrin bir çok semtlerinde görülür “tandır” lar, tandır köylere has bir ekmek pişirici olsa da artık Diyarbakır’ın bir çok semtlerinde görülebilirken, inşaatlarda kullanılan el arabalarında satışa sunulduğunu da görmek mümkün..
Hatta bazı marketlerde de satış için sergilenir bu ekmek..
“Sac ekmeği” de daha çok köylerde pişirilmektedir ki şehirlerde hanımlar evlerde pek nadir olarak pişirirler, ama Diyarbekir’li bu ekmeğin tadına yabancı değildir, bu ekmeği çiğ köftesini yoğururken, piknikte “patlıcanlısını” şişe vururken, baba kanucunu yer (di) diyelim, çünkü pek rastlanmıyor.
Bu arada görmedim ama duydum; İzmir’de bir fırında “tandır” ekmeği pişiriliyormuş.
Diyarbekir’li “nan-ı aziz” der ekmeğe, küçede yürürken yere düşmüş bir parçasını görse kaldırır, öper, kuşlar, karıncalar ve başka canlılar yesin diye, bir duvar kovuğuna yerleştirir,.
Bayatlayan ekmeği de kış günlerinde değerlendirir (di) Diyarbakır’lı, şöyle ki, “kele paça” nın tadını bu bayat ekmeği yerken alır (dı), lokantalarda görürdük tenekeler dolusu doğranmış bayat ekmeği..
Fırında pişirilmiş mahalle ekmeğini eve götürenler yolda karşılaştıkları hemen herkese “sıcak ekmek kes” derler (di)
Ve ekmeğin parayla pişirilmediği zamanlarda “ekmeği ekmekçiye ver de bir ekmek de fazla ver” atasözünü dillerinden düşürmezler (di).
Böylece yalnız ekmekte değil, her konuda işin ehlinin araştırılmasını, bulunmasını önerirlerdi.
Ve Diyarbekir’liler bayat ekmeği asla atmaz, onu bir şekilde değerlendirirlerdi, şöyle ki evlerde toplanan bayat ekmekler özellikle kış mevsimlerinde çok pişirilen ve bu şehrin kendine özgü bir yemeği olan “kele paça”nın olmazsa olmazı olarak kabul ederlerdi.
Paçacı dükkanlarında ufak, ufak doğranmış bayat ekmekler tenekelere doldurulur ve paçanın sahanına bırakılır, paça suyu biraz üzerinde gezdirdikten sonra ekmeğin yumuşadığına karar verildikten sonra paçanın suyu, eti ve kibesi o bayat ekmeklerin üzerine konurdu.
Konumuzu bir ekmek kıssası ile bitirelim istiyorum..
Adamın biri çok zengin, zenginliğinden rahatsızlık duyuyor ve fakat her geçen gün varlığı daha da artıyor, varmış bir gönül ehline, bir yüce zata “efendim ne yapsam önleyemiyorum, zenginliğim beni rahatsız ediyor, ne yapmamı önerirsiniz?”
O Allah dostu kişi: “Evladım demiş, eve git hanımına söyle çocukların ellerine ekmek versin ve evin içinde dolaştırsın”
Adamın hanımı bu öneriyi cana minnet bilmiş ve çocukların ellerine ekmek verirken bir de önlük takmış önlerine olmaya ki ekmek kırıntıları yerlere döküle..
Adam bakmış ki, serveti daha da çoğalmaya başladı, tekrar o şeyhe ‘aman efendim, emrinizi yerine getirdik, aynen yaptık, yalnız eşim birer önlük dikti önlerine, olmaya ki ekmek kırıntıları yerlere döküle”
Şeyh; “evladım sizin evde ekmeğe bu saygı sürdüğü sürece sen yoksul olmaz, daha da zenginleşirsin” diyerek ekmeğe saygının gereğini vurgulamış..
Biz de kıssadan hisse derken, çöplüklere atılan ekmek atıklarını, evlerden toplanan bayat ekmekleri bir hatırlatalım istedik bugünkü sohbetimiz vesilesiyle..
Unutma “maske-sosyal mesafe ve dua”
Selam ve dua ile..
E K M E K
Onu elde etmeye “kavga” dahi ederiz,
Nan-ı aziz” de deriz, peşi sıra gideriz!..
MM
GÖZLÜYORUM
EKMEĞİMİZ
MEVLÜT MERGEN AMİDİ
Atamız Hz. Adem (a.s.)’ın annemiz Hz. Havva ile birlikte cennetten dünyamıza gönderilişlerindeki sebep olarak da gösterilir “buğday ağacına” dokunmaları, ondan bir miktar yemiş olmaları..
Demek ki, Hazret-i Adem’den bu yana dünyamız buğday ile tanışmış ve onunla karnını doyurmuştur, rivayete göre de, ilk buğday, üzerinde yaşadığımız topraklar üzerinde “Ergani ve çevresinde” yetişmiş ve buradan da dünya buğdayı tanımıştır..
Buğday unundan yapılan ekmeğe “beyaz ekmek” denilir, nitekim saadet asrına, sevgili peygamberimizin (S.A.V.) zamanına baktığımızda insanlar bu beyaz ekmeği bulduklarında yedikleri arpa, çavdar gibi diğer hububatlardan yapılan ekmeklerin üzerine “katık” yaparlarmış.
Bölgemiz denebilir ki, ülkemizin hububat, dolayısıyla buğday ambarıdır, bu özelliğini ötelerden beri sürdürmüş ve hala da sürdürmektedir, Konya ovasını hariç tutarsak en çok buğdayın yetiştirildiği yer olarak bu bölgeyi gösterebiliriz.
Değerli araştırmacı yazar M. Şefik Korkusuz’un “bir zamanlar Diyarbekir” adlı eserine baktığımızda bu şehre gelmiş bütün seyyahların bir tek noktada buluştuklarını görürüz, o nokta da bu şehirdeki damak tadı ve dolayısıyla ekmeğidir.
O seyyahlar anlata, anlata bitiremezler bu şehirdeki damak tadını ve ekmeğini, konumuz onların yaşarken vardıkları tadı, lezzeti anlatmak olmayıp, hatırlatmak ve bizim de bu şehirde yaşadığımız ve halen yaşamakta olduğumuz ekmek kültürümüzü dile getirmektir.
Denecektir ki, her ilin, her kasabanın ve hatta her köyün kendine özel bir kültürü ve ekmeği vardır, doğrudur, ancak ekmeği ve damak tadı bu şehir kadar dillere düşmüş, övülmüş, anlatılmış bir başka şehir var mıdır, bilmiyoruz?
Trabzon’un “taş fırın” ekmeği henüz dillere düştü, oysa Diyarbakır’da fırınlar taş fırında ve meşe odunu yakarak pişirirlerdi “nan-ı aziz” dediğimiz bu nimeti..
Ramazan ayı geldiğinde büyük şehirlerde gelenekleşen bir “pide” alışkanlığı vardır ki, Diyarbekir fırınları yıl on iki ay o pideyi pişirirler, üzerine de “kara çörek otu” serperlerdi ki,
o bitkinin ne kadar şifa yüklü olduğunu da bilirlerdi.
Bu gün maalesef kara çörek otunun yerine “susam” serpilmektedir ki, susamın çok yağlı olmasıyla şişmanlatma özelliği vardır.
Bundan otuz-kırk yıl öncesine kadar Diyarbakır fırınlarında “somun” ekmeği pek yoktur, sadece Hançepek’teki “askeriye fırınında” bir çeşit somun ekmeği pişirilirdi, bu ekmek yuvarlak, simit şeklindedir ve biraz da ekşimsidir, unutulmamış olacak ki günümüzde bazı fırınlarda bu ekmek çeşidine de rastlamaktayız.
“Lavaş” ekmeği, en çok yenilen ve istenilen bir ekmektir, ilk zamanlarda çok da uzundur, hatta bir ara Diyarbekir’e gönderilip şimdiki Dicle üniversitesi alanında bulunan Dicle kıyısındaki “yeni köy”e yerleştirilen “Bulgar muhacirleri” ekmek aldıklarında sorarlarmış: “ekmeğin metresi kaça?” diye..
Sonradan bu uzunluk, bu şehirde “pide” diye adlandırılan ve “loş” diye tanıtılan ekmeklere geçti ki, bu ekmeği daha ziyade lokantalar ve çiğ köfteciler sunmaktadırlar müşterilerine..
Tekrar günümüze baktığımızda adeta “tek tip” ekmek üretilmektedir, şekli oval olup, çok az tırnaklanarak pişirilmektedir.
“Somun” ekmeğini de tanımış olduk, fabrikamsı fırınların hizmete girmesiyle “francala” adını bu şekilde öğrendik..
Sözünü ettiğimiz zamanlar kırk-elli yıl öncesini yansıtırken, günümüzde milyonu aşkın bir nüfusun yaşadığı Diyarbekir fırınlarına baktığımızda vatandaşın, yıllar yılı süren bir geleneği devam ettirdiğini de görürüz.
Şöyle ki, evde hazırlanan hamur “teştlere” konur, üzerine bir miktar un bırakılarak fırına gönderilir ki, fırıncı bunu “mahalle ekmeği” olarak pişirir..
Mahalle ekmeğinin pişirilmediği fırın hemen, hemen yok gibidir.
Bir de şehrin bir çok semtlerinde görülür “tandır” lar, tandır köylere has bir ekmek pişirici olsa da artık Diyarbakır’ın bir çok semtlerinde görülebilirken, inşaatlarda kullanılan el arabalarında satışa sunulduğunu da görmek mümkün..
Hatta bazı marketlerde de satış için sergilenir bu ekmek..
“Sac ekmeği” de daha çok köylerde pişirilmektedir ki şehirlerde hanımlar evlerde pek nadir olarak pişirirler, ama Diyarbekir’li bu ekmeğin tadına yabancı değildir, bu ekmeği çiğ köftesini yoğururken, piknikte “patlıcanlısını” şişe vururken, baba kanucunu yer (di) diyelim, çünkü pek rastlanmıyor.
Bu arada görmedim ama duydum; İzmir’de bir fırında “tandır” ekmeği pişiriliyormuş.
Diyarbekir’li “nan-ı aziz” der ekmeğe, küçede yürürken yere düşmüş bir parçasını görse kaldırır, öper, kuşlar, karıncalar ve başka canlılar yesin diye, bir duvar kovuğuna yerleştirir,.
Bayatlayan ekmeği de kış günlerinde değerlendirir (di) Diyarbakır’lı, şöyle ki, “kele paça” nın tadını bu bayat ekmeği yerken alır (dı), lokantalarda görürdük tenekeler dolusu doğranmış bayat ekmeği..
Fırında pişirilmiş mahalle ekmeğini eve götürenler yolda karşılaştıkları hemen herkese “sıcak ekmek kes” derler (di)
Ve ekmeğin parayla pişirilmediği zamanlarda “ekmeği ekmekçiye ver de bir ekmek de fazla ver” atasözünü dillerinden düşürmezler (di).
Böylece yalnız ekmekte değil, her konuda işin ehlinin araştırılmasını, bulunmasını önerirlerdi.
Ve Diyarbekir’liler bayat ekmeği asla atmaz, onu bir şekilde değerlendirirlerdi, şöyle ki evlerde toplanan bayat ekmekler özellikle kış mevsimlerinde çok pişirilen ve bu şehrin kendine özgü bir yemeği olan “kele paça”nın olmazsa olmazı olarak kabul ederlerdi.
Paçacı dükkanlarında ufak, ufak doğranmış bayat ekmekler tenekelere doldurulur ve paçanın sahanına bırakılır, paça suyu biraz üzerinde gezdirdikten sonra ekmeğin yumuşadığına karar verildikten sonra paçanın suyu, eti ve kibesi o bayat ekmeklerin üzerine konurdu.
Konumuzu bir ekmek kıssası ile bitirelim istiyorum..
Adamın biri çok zengin, zenginliğinden rahatsızlık duyuyor ve fakat her geçen gün varlığı daha da artıyor, varmış bir gönül ehline, bir yüce zata “efendim ne yapsam önleyemiyorum, zenginliğim beni rahatsız ediyor, ne yapmamı önerirsiniz?”
O Allah dostu kişi: “Evladım demiş, eve git hanımına söyle çocukların ellerine ekmek versin ve evin içinde dolaştırsın”
Adamın hanımı bu öneriyi cana minnet bilmiş ve çocukların ellerine ekmek verirken bir de önlük takmış önlerine olmaya ki ekmek kırıntıları yerlere döküle..
Adam bakmış ki, serveti daha da çoğalmaya başladı, tekrar o şeyhe ‘aman efendim, emrinizi yerine getirdik, aynen yaptık, yalnız eşim birer önlük dikti önlerine, olmaya ki ekmek kırıntıları yerlere döküle”
Şeyh; “evladım sizin evde ekmeğe bu saygı sürdüğü sürece sen yoksul olmaz, daha da zenginleşirsin” diyerek ekmeğe saygının gereğini vurgulamış..
Biz de kıssadan hisse derken, çöplüklere atılan ekmek atıklarını, evlerden toplanan bayat ekmekleri bir hatırlatalım istedik bugünkü sohbetimiz vesilesiyle..
Unutma “maske-sosyal mesafe ve dua”
Selam ve dua ile..